Gerek bütçe gelirleri gerekse de harcamaları yönünden yeterince denetlenememektedir. Bu halkın toplanan vergilerin nasıl harcandığının hesabını siyasal iktidarlardan sormak anlamına gelen ve yüzlerce yıllık mücadelelerle kazanılmış olan «Bütçe Hakkının» ortadan kaldırılması demektir
2014 Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı 10 Aralık tarihinde TBMM Genel Kuruluna gelecek ve en fazla 20 gün sürecek olan bir görüşmeler süreci sonrasında, iktidar partisinin yeterli çoğunluğa sahip olmasından dolayı kabul edilecek, sonrasında da Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girecek. Böylece Hükümet 2014 yılı boyunca toplayacağı vergiler ve yapacağı harcamaları ve bunları üzerine inşa ettiği eylemlerini meşrulaştırmış olacak.
Tarihsel bir süreç olarak ele aldığımızda kamu bütçelerinin çok önemli siyasal, ekonomik ve yönetsel belgeler olduğu görülür. Zira bütçeler sosyal sınıflar arasındaki mücadelenin önemli alanlarından biri ve egemen – yöneten sınıfların en önemli ekonomi ve maliye politikası araçları, aynı zamanda da hükümetlerin demokratik, sosyal hak ve özgürlükler konusundaki duruşlarının en önemli göstergeleri oldular.
Bu bağlamda 2014 bütçesi 436 milyar TL’lik bir harcama ve 403 milyar TL’lik bir gelirin, 33 milyar TL’lik bir açığın ve 19 milyar TL’lik bir faiz dışı fazlanın hedeflendiği bir iktisadi ve siyasi bir belge ve ekonominin bütünü ve toplumsal sınıf ve kesimler üzerinde önemli etkilere neden olacak bir politika aracı niteliğindedir. Bu nedenle de ekonomi-politik bir bakış açısıyla bir analizi gerektirmektedir.
2014 Merkezi Yönetim Bütçesi, hem hazırlanışı hem de denetlenmesi anlamında, daha öncekiler gibi, demokratik katılımcılığı esas almadan, toplumun en geniş kesimlerinin müzakere ve onayına başvurulmadan hazırlanmıştır.
Bütçe öncesinde Orta Vadeli Program hazırlanmaktadır. Bu Programı Kalkınma Bakanlığı hazırlar, Bakanlar Kurulu onaylar. Bu program ile ülkenin üç yıllık (2014–2016) geleceğini ilgilendiren kalkınma planları, stratejik planlar, makro politikalar ve ilkeleri, hedef ve gösterge niteliğindeki temel ekonomik büyüklükler belirlenir. IMF, Dünya Bankası, uluslararası finans kapital kuruluşları, işveren örgütleri ve sermayenin Parlamentodaki temsilcilerinin etkisi altındaki bakanlık bürokratlarınca hazırlanan bu program TBMM’nin onayından geçmez.
Bütçe öncesinde hazırlanması gerekli ikinci plan Orta Vadeli Mali Plandır ve bu plan Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanır ve Yüksek Planlama Kurulu adı verilen ve başbakan ve bakanlardan / politikacılardan ve bürokratlardan oluşan bir kurulca kabul edilir. Gelecek üç yıla (2014- 2016) ilişkin toplam gelir ve gider tahminleri ile birlikte hedef açık ve borçlanma durumu ile kamu idarelerinin ödenek teklif tavanlarını içeren bu plan aslında devletin halktan ne kadar vergi vb alacağını ve bunu nasıl harcayacağını belirler.
Üçüncü aşamada Bütçe hazırlanması gerçekleşir. Burada ne kadar vergi gelir toplanacağına Maliye Bakanlığı karar verirken, harcamacı kuruluşların ödenek taleplerini sunarken dikkate alacakları bütçe rehberi de Maliye Bakanlığı’nca hazırlanır. Daha sonra Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı haline getirilen bu tasarı mali yılbaşından (1 Ocak) en geç 75 gün önce Bakanlar Kurulu’nca Meclis’e sunulur. Bu tasarı önce Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda ardından da Meclis Genel Kurulu’nda görüşülerek son şeklini alır. Usulen Cumhurbaşkanının onayına sunulur ve onaylanarak yasalaşır.
Kısaca gelecek üç yılı karara bağlayan böyle önemli bir karar alma süreci toplamda dört ayı dahi bulmaz. Hatta bazı yıllar olduğu gibi bu süre daha da kısalır. Program ve Plan uluslararası sermayenin güdümündeki kuruluşlar ve onların direktiflerinden çıkamayan bürokratlarca hazırlanır. Bütçe hazırlama rehberi hep aynıdır, değişmez; bürokrasi, hükümet/ politikacı ve sermaye üçgeninde hazırlanır ve sadece toplamda 20 gün Meclis Genel Kurulunda görüşülerek karara bağlanır.
Bir başka anlatımla, bütçe hazırlama sürecinde; emekçiler, işçiler, halklar, onları doğrudan temsil eden örgütler, işçi sendikaları, demokratik kitle örgütleri ya da parlamentoda temsil edilmeyen siyasal partiler yer almadığı gibi bu sürecin yerellerde tartışılmasına da izin verilmez.
Halkın bütçe süreçlerinden dışlanması bir kez de uygulanmış olan bütçelerin yani yapılan harcamaların ve toplanan vergilerin denetlenmesi sırasında ortaya çıkar. Türkiye’de gerçek bir bütçe denetimini önleyen uygulamalar aşağıda özetlenen biçimlerde ortaya çıkmaktadır:
(i) Anayasada Sayıştay, merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ile mahalli idarelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli olan kurum olarak tanımlanmıştır.
Ancak Sayıştay tarafından yürütülen dış denetim yapılan harcama ve toplanan gelirlerin mevcut hukuka ve mevzuata uygunluğu ile sınırlı bir denetimdir. Yapılan harcamalarla halka dönük hangi ihtiyaçların ne ölçüde karşılandığını içeren bir denetim değildir. Buna rağmen son yıllarda merkezi yönetim altındaki idareler Sayıştay’a gerekli bilgi ve belgeleri sunmamakta ya da eksik sunmaktadırlar. Bu nedenle de Sayıştay’ca son derece daraltılmış bir dış denetim dahi fiilen yapılmamaktadır.
Bu durum Sayıştay’ın 2012 Yılı Dış Denetim Raporu’nda şöyle ifade edilmiştir: “Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin tüm gelir, gider ve mallarına ilişkin işlemlerinin raporlandığı kurumsal düzeyde müstakil mali tabloları, 5018 sayılı Kanun’un öngördüğü şekilde üretilememekte ve Sayıştay denetimine sunulamamaktadır.”
Bu nedenle de, aralarında Başbakanlık, Diyanet İşleri Başkanlığı, Emniyet Gn. Md, T. Halk Sağlığı Kurumu, Kamu Hastaneleri Kurumu, Jandarma Genel Komutanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli savunma Bakanlığı, MİT ve belediyeler gibi çok sayıda kamu idaresinin 2012 yılına ilişkin mali rapor ve tabloları hakkında görüş bildirilememiştir:
Oysa bu raporlara kısıtlı olarak yansıtılsa da bazı çarpıcı tespitler de mevcuttur: “…Diyanet İşleri Başkanlığı yurtdışı teşkilatı tarafından tahsil edilen Hac ve Umre gelirlerinin bir kısmının Hac ve Umre Hesabına aktarılmadığı tespit edilmiştir… Belediyeler tarafından otopark bedellerinin tahakkuk ve tahsil ettirilmediği, tahsil edilen tutarların muhasebe kayıtlarında gösterilmediği, tahsil edilen otopark bedellerinin Otopark Yönetmeliği’ne aykırı olarak kullanıldığı tespit edilmiştir.”
(ii) Yedek ödeneklerin kullanılabilecek üst miktarı yılbaşında 665,2 milyon TL olarak açıklanmış olmasına rağmen, 2012 yılında yedek ödenekten yapılan toplam aktarma tutarı yılsonu itibariyle 30,9 milyar TL. olarak gerçekleşmiştir. Oysa Kanuna göre yedek ödenek tutarı başlangıç ödeneklerinin % 2’sini aşmamalıdır. Fiilen bu oran % 9 civarında gerçekleşmiştir. Yani AKP Hükümeti yedek ödenek artışı sınırına uymayarak 2012 bütçesini istediği gibi kullanmıştır.
(iii) Yasal olmayan bir biçimde Ödenek Üstü Giderler toplamı 2012 yılında 15 Milyar TL olmuş, böylece de toplam ödeneklerin % 4’üne ulaşmıştır. Diğer taraftan 5018 Sayılı Kanunun “Ödeneklerin kullanılması” başlıklı 20 /1 maddesinde seferberlik ve savaş ilanı vb hallerin dışında : “kamu idarelerinin, bütçelerinde yer alan ödeneklerin üzerinde harcama yapamayacağı” belirtilmiştir. Bu yıl böyle bir seferberlik ya da savaş durumu olmamasına rağmen ödeneklerin neden aşıldığı, bu kaynakların nereye harcandığı açıklanmamıştır.
(iv) Önemli bir miktarda gelir ve harcama, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu ve Savunma Sanayiini Destekleme Fonu gibi beş bütçe dışı fonlarda tutularak bu faaliyetlerin Meclis’in denetiminden kaçırılması sağlanmaktadır. Bu fonların 2013 yılı itibariyle varlıklarının toplamı 47 milyar TL’yi bulmakta ve gelirleri, Gelir Vergisi, ÖTV, Kurumlar Vergisi, trafik cezaları, milli piyango gelirleri ve asıl olarak da genel bütçeden yapılan aktarmalardan oluşmaktadır. Gelirleri ve giderleri Meclis onayına bağlı olmadığından siyasal iktidarlara büyük kolaylık sağlayan bu fonların denetimleri ise ciddi bir sorundur.
(v) Bütçe içi bir fon olan İşsizlik Sigortası Fonu’nun varlığı ise 60 milyar TL’yi aşmıştır. Bu Fon son zamanlara kadar daha ziyade amacı dışında (işsizlere işsizlik yardımı gibi), Bütçeye yama yapmak amacıyla kullanılmıştır.
Böylece her ne kadar 2014 MY Bütçe Kanunu Tasarısında kamu gelirlerinin GSYH içindeki payı % 23,5 olarak hesaplanmış olsa da gerçek oran bunun çok üstündedir. Yani siyasal iktidar her yıl işçilerin, emekçilerin yaratmış olduğu artı değerin yaklaşık üçte birine vergi, prim, fon ya da kamusal hizmet fiyatlaması adı altında el koyarken, bu el koyduğu gelirleri nereye harcadığı konusunda bilgi vermeye yanaşmamaktadır. Gerek bütçe gelirleri gerekse de harcamaları yönünden yeterince denetlenememektedir. Bu halkın toplanan vergilerin nasıl harcandığının hesabını siyasal iktidarlardan sormak anlamına gelen ve yüzlerce yıllık mücadelelerle kazanılmış olan «Bütçe Hakkının» ortadan kaldırılması demektir.
Bu tespitler sırasıyla; yerinden ve yerelden yönetim oluşturmanın, demokratik bir yerel yönetim modeli geliştirmenin, böylece yerel demokrasiyi güçlendirmenin ve özerk meclislerin idari yapısının benimsenmesi için mücadele etmenin; doğrudan demokrasi ilkelerine uygun olarak, katılımcı yerel yönetim modelini yerleştirmenin; bütçenin bu ülkenin halklarınca, işçilerince ve emekçilerince belirlenmesinin ve denetlenmesinin geleceğimiz açısından ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
AKP Hükümeti sınıfsal ve ideolojik konumlanışı gereği olarak toplumun bütününün ihtiyaçlarına dönük bir bütçe hazırlayamaz.
Kapitalist düzende devlet bütçesi, birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler ve çatışmalar içinde olan sosyal sınıflar arasındaki mücadele alanlarının başında gelmektedir. Yani emekçiler ve sermayedarlar, ezilenler ve ezenler en büyük kavgalarından birini devlet bütçesi üzerinden yapmaktadırlar. Sermaye sınıfı, bütçe ödeneklerini kendi düzenini sürdürüp pekiştirebilecek hizmetlere yönelik olarak biçimlendirirken, bunun maliyeti olan vergileri işçilerin, emekçilerin sırtına yıkmakta ya da devleti borçlanmaya zorlamaktadır. Böylece hem vergi vermekten kurtulmakta, hem de yüksek faizlerle devleti fonlayarak sermayesini daha da büyütmektedir.
Devletler ve hükümetler bu mücadelede tarafsız değildir. Devletler güçlü olanın, egemen olanın yanında yer almakta, böylece bütçenin hem nicel büyüklüğü hem de içeriği /niteliği egemen güçler ve sermaye sınıfı lehine gerçekleşmektedir. Egemenler bunu seçilmiş burjuva hükümetlere yaptıramazlarsa, İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi teknokrat hükümetlerine ya da 1980’lerde Türkiye’de olduğu gibi askeri diktatörlüklerin güdümündeki hükümetlere yaptırmaktadırlar.
Bu bağlamda 2014 bütçesi öncekilerden farklı değildir, yüzü egemenlere, sermayeye; sırtı ise halka, emeğe dönük bir bütçedir.
Bu tespit hem 2014 harcama – ödenek tahminleri hem de vergi boyutlarıyla doğrulanmaktadır.
Harcamalar yönünden, GSYH içindeki pay cinsinden 2003’de % 31 olan pay 2013’de % 25,7’ ye ve 2014’te % 25,4’e düşürülmüştür. Bu denli küçültülen bir kamu ekonomisinden halka kalacak olan (örneğin istihdam, sosyal harcamalar gibi) da çok az olacaktır.
Çünkü ödeneklerin; % 25,2’si (110 milyar TL) personel harcamalarına, % 37,5’i (164 milyar TL sosyal güvenlik kuruluşları ve az bir kısmı yerel yönetimlere, % 12’si (52 milyar TL) faiz harcamalarına, % 8,4’ ü (37 milyar TL) çoğu yenileme niteliğindeki kamusal yatırımlara (bu 2013 yılına göre azalıyor) ve % 8,6’sı (38 milyar TL) mal ve hizmet alımlarına ayrılmıştır.
Mal ve hizmet alım giderlerini karşılamaya dönük ödenekler sadece 1,9 oranında artırılmıştır. Enflasyon oranının % 6–8 olacağı göz önüne alındığında reel olarak bu tür alımlar % 5–6 puan azalacaktır. Yani bazı kamu hizmetlerinin sunumu kısılacaktır. Ayrıca kamu istihdamında belirgin bir daralmaya gidilmektedir. Zira 2013 yılı içinde 130.000’e ulaşan yeni kamu personeli (memur) sayısı, 2014’te 74.000 ile sınırlandırılacaktır.
2014 bütçesi sermaye sınıfına kepçe ile, yoksula kaşığın ucu ile dağıtan bir bütçe görünümündedir. Çünkü 164 milyar TL ile bütçenin en büyük kalemini teşkil eden cari transferlerin 9,7 milyar TL’si tarımsal desteklemeye ayrılacaktır. Bu Bütçenin sadece % 2,2’si demektir. Diğer taraftan Tarım Kanunu’na göre Bütçeden tarımsal destekleme için ayrılan pay % 1’in altında olamaz. Ama bu oran sübvansiyonlu tarım kredileri dâhil edildiğinde dahi (toplam 13,2 milyar TL) binde 7’dir. Kaldı ki topraksız köylüler ve tarım işçileri bu destekten faydalanamayacakları gibi, arazileri tapulu olmayan küçük çiftçiler de, Çiftçi Kayıt Sistemi’ne kayıtlı olmadıklarından, bu desteklerden yararlanamayacaklar, böylece de tarımsal desteklerden asıl yararlananlar büyük çiftçiler olacaktır.
Maliye Bakanı Bütçeyi sunuş konuşmasında “sosyal yardım harcamaları için 2014 Yılı Bütçesinde 30,4 milyar TL kaynak ayırdıklarını” belirtmiştir. Ancak bu kaynağın detaylarına bakıldığında bunun; yaklaşık 11 milyar TL’sinin Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinde yer alan ve “Öğrencilere eğitim harç ve burs desteği, Fatih Projesi ve taşımalı eğitime” ayrılan ödeneklerden oluştuğu; 4,5 milyar TL’yi bulan bir kısmının Sağlık Bakanlığı bütçesinde yer alan “Özürlü evde bakım desteği” gibi kalemlerden oluştuğu ve 10 milyar TL’lik bir kısmının ise Sosyal Güvenlik Bakanlığının bütçesinde yer alan “Ödeme gücü olmayanlara prim desteği ve 65 Yaş üstü ve muhtaçlara yapılan maaş ödemelerine” ayrılan ödeneklerden oluştuğu görülecektir. Yani asıl olarak eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının birer parçaları olarak görülmesi gereken ve ilgili bakanlıkların bütçelerinde yer alan bazı harcamalar sanki ilave sosyal yardım harcamaları gibi sunulmaktadır.
Diğer taraftan gerçek anlamda sosyal yardım sayılabilecek harcamalar bir bütçe dışı fon olan Sosyal Yardım Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan yapılmaktadır. Maliye Bakanının sözünü ettiği 30,4 milyar TL’nin sadece 4,3 milyar TL’si bu Fona Bütçe ve Hazineden aktarılacaktır. Bu haliyle bu yardımlara Bütçeden ayrılan pay % 1’i zor bulacaktır.
Başta “aile destek yardımları” olmak üzere çok sayıda yardım kalemi altında bu Fondan ayni ve nakdi yardım yapılmaktadır. Örneğin Bu Fon’dan “periyodik aktarma” adı altında her ay 50 milyon TL’lik bir nakit Tüm Türkiye’ye bölgesel olarak kabaca eşit bir biçimde dağıtılmaktadır. Ancak Güney Doğu ve Doğu Anadolu Bölgelerindeki yoksulluğun çok daha yüksek olduğu gerçeğinden hareketle bu yardımların bu bölgelere daha fazla ayrılması gerektiği ortaya çıkar. Ancak buna uygun bir dağıtım söz konusu değildir.
Bu tür nakit yardımları toplamda 973 SYDF bileşeni tarafından ve Hükümetin atadığı Vakıf Mütevelli Heyetleri aracılığıyla dağıtılmaktadır. Bu yardımların illerin kendi bünyesinde dahi nasıl ve kimlere dağıtıldığı konusunda ciddi soru işaretleri mevcuttur. Yardımların özellikle dini bayramlarda dağıtılması Hükümetin bu yardımları, kendine bağımlı ve muhafazakâr bir seçmen tabanı oluşturmada kullandığını ortaya koymaktadır (sosyal yardımlardan faydalanan hane sayısının 10 Milyonu geçtiği, nüfusun yaklaşık dörtte birinin sosyal yardımlardan faydalandığı tahmin edilmektedir). Bu yardımlardan faydalanmanın net tanımlanmış yasal bir dayanağı olmadığı için yardım alan kişiler ile siyasal iktidar arasında bir minnet duygusu yaşanmaktadır.
AKP Hükümetleri döneminde sosyal yardımların GSYH’nin % 0,2’sinden %1,43’üne ulaştığı dikkate alındığında, son 10 yılda dolar milyarderi sayısını 41’e çıkaran sistemin ve AKP Hükümetlerinin yoksul sayısını nasıl kat kat artırdığı ve kalıcı, insan onuruna yakışan ve güvenceli bir gelir yaratan istihdam bir yana, asgari ücret koşullarında dahi bir istihdamı sağlamadığı, buna karşılık bu yardımları adeta istihdama alternatif bir strateji olarak kullandığı ortaya çıkmaktadır.
Diğer yandan sermaye sınıfı için cömert vergi indirimleri, istisna ve muafiyetleri ve diğer teşvikler mevcuttur. “Vergi Harcaması” adı altında toplanan ve asıl olarak sermaye sahiplerinin yararlandığı bu vergi istisna, muafiyet ve indirimlerinin tutarı 2014 Bütçesinde 23,9 milyar TL’ye çıkartılmıştır. Yani Hükümet bu tutarda bir vergiyi almaktan vazgeçecektir. Bunun bütçe ödeneklerine oranı % 5,4 ve bütçe gelirlerine oranı % 5,9 civarındadır. Ancak vergi kanunları dışında yer alan mevzuatla düzenlenen ve bütçenin ekinde yer almayan onlarca kanun ile öngörülen (örneğin Petrol Kanunu ) vergi harcaması açıklananlardan çok daha fazladır.
Ayrıca sermaye için 8,4 milyar TL işveren prim desteği, 2 milyar TL bireysel emeklilik sigortası (BES) primi desteği, 3,8 milyar TL Ar-Ge desteği ile ilave % 3,3 ve kredi faiz desteği için 12- 13 milyar TL ve kobi desteği için 3–3,5 milyar ile % 3,7’lik bir destek ile toplamda % 12,4’lük bir destek söz konusudur. Ayrıca Hükümetin Gelir ve Kurumlar Vergisinin birleştirilmesini öngören çalışması sonuçlandığında sermayenin vergi yükü daha da indirilmektedir.
Bütçe ödeneklerinin kurum bazında fonksiyonel dağılımı, 2014 Bütçesinin yüksek derecede güvenlik algısı ile hazırlanmış bir militarist bütçe ve son yıllarda ağırlığı giderek artan bir muhafazakârlaşma ve dinselleştirme bütçesi olduğunu göstermektedir. Aşağıdaki Tablo Bütçenin kurumlar bazında fonksiyonel dağılımı göstermektedir.
Bu Tabloya bakıldığında Hükümetin, yaratılan algının aksine, askeri harcamaları kısmak gibi bir niyetinin olmadığı görülmektedir. Kaldı ki Milli Savunma Bakanlığı’na ayrılan 21,8 milyar TL’lik bütçe ödeneği toplam askeri harcamaların yaklaşık sadece % 89’unu oluştururken, buna ilave olarak, % 10’luk bir pay ile Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF), % 0,6’lık bir pay ile TSKGV ve dış askeri yardımlar söz konusudur.
2014 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nden Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) ayrılan ödenek 5,443 milyar TL olacaktır. Bu yıla göre % 18,2’lik bir artış anlamına gelen bu ödenek toplam ödeneklerin % 1.24’üne denk düşmektedir. Bu haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı, Kültür ve Turizm, Ekonomi, Kalkınma ve Çevre Bakanlıklarının toplam bütçelerine eşit bir bütçeye sahiptir.
Kurumlarda istihdam edilecek olan personelin sayısal dağılımı Bütçenin asıl olarak militer ve dinsel – muhafazakâr yapısını ortaya koymaktadır. Öyle ki 2013 Haziran sonu itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığının 128,751 bini kadrolu (tamamı memur) olmak üzere toplam 141,911 çalışanı mevcuttur. Polis sayısı 300,000’in üzerinde ve asker sayısının tam olarak bilinemese de 700.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Buna Adalet Bakanlığındaki 155.000 çalışanı ( 20.000 savcı ve hâkim mevcuttur ve sadece geçen yıl 4793 yeni savcı ve hakim ataması yapılmıştır) ve çok sayıda kalekol inşaatını da eklemek gerekir. Kültür ve Turizm Bakanlığının 17,683; Çevre Bakanlığının 27,307; Bilim Sanat Teknoloji Bakanlığının ise 5,139 çalışanı mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığının 1,140, Jandarma Genel Komutanlığının 7,486 ve Emniyet Genel Müdürlüğünün 33,461 motorlu taşıtı mevcuttur.
Özce, askeri vesayetin tasfiye edilmesi veya geriletilmesiyle birlikte daha demokratik hatta “ileri demokratik” bir rejime doğru gittiğimiz ileri sürülse de, asker ve polis için ayrılan kaynakların büyüklüğü bunu doğrulamamakta, “Mütedeyyin” AKP’nin temsil ettiği “sivil” anlayış ve dinsel değerlerle yeniden yoğrulmakta olan bir militarizmin desteğindeki otoriter bir siyasetin yerleşmekte olduğu açıkça görülmektedir.
Mahalli idarelere ayrılan paylar bir yandan kaynak tahsisi konusunda Bütçenin ne denli katı ve bürokratik bir merkeziyetçi yapıya sahip olduğunu gösterirken, diğer yandan hem yetersiz olup, hem de bölgelerin ihtiyaçlarına göre de dağılmamaktadır. Öyle ki örneğin 2013 Bütçesinden İstanbul Büyük Şehir Belediyesine 14 Milyar TL tahsis edilirken Diyarbakır Büyük Şehir Belediyesine sadece 70 Milyon TL aktarılmıştır.
Genel Bütçe gelirlerinin sadece % 9’undan azı mahalli idarelere transfer edilmektedir. Bu transferler 2008’de 14 milyar TL; 2009’da 15,6 milyar TL; 2010’da 20,2 milyar TL; 2011’de 22,4 milyar TL olup, 2014 yılında bu rakamın 38,8 milyar TL’ye çıkması hedeflenmektedir.
Diğer taraftan bu tutarın üçte biri yeni yasa gereğince 16 +13= 29 büyükşehir belediyesine gönderilecek ve bu belediyeler içinde aslan payı İstanbul, Ankara ve İzmir Büyük Şehir Belediyelerine ait olacağından, ülkenin her tarafında belediye hizmetlerinin bazılarının fiilen verilememesi söz konusu olacaktır.
Diğer taraftan 2014 yılı için 199,500 Milyon TL olarak hedeflenen Cumhurbaşkanlığı bütçesindeki artış % 27 gibi rekor bir artıştır. Bu haliyle Cumhurbaşkanlığının bütçesi Diyarbakır ve Eskişehir Büyük Şehir Belediyelerine Genel Bütçeden ayrılan payların toplamından fazladır. 104 kamu üniversitenin sayı olarak 70’inin (% 67) 2014 yılı ödeneği Cumhurbaşkanlığı’nın ödeneğinin altında kalmaktadır. Cumhurbaşkanlığı için yaklaşık 5 yeni üniversiteye ayrılan toplam ödenek kadar bir ödenek ayrılmıştır.
Hükümet bu yıl da Bütçeden en büyük payı eğitime ayırmakla övünse de gerçek durum bu değildir. Eğitime ayrılan pay açısından Milli Eğitim Bakanlığının 55,7 milyar TL’lik payının % 80’i personele (personel giderleri, sözleşmeli personel giderleri ve sosyal güvenlik primleri), sadece % 8’i mal ve hizmet alımlarına ve % 8’i yatırımlara ayrılmıştır. Eğitime dönük harcamalardaki son yıllardaki artışın nedeni daha ziyade eksik öğretmen ve okul ihtiyacıdır.
En hızlı özelleştirme ve ticarileştirmeye tabi tutulan alanların başında gelen sağlık hizmetlerinde ise kamusal sağlık harcamaları savunma bütçesinin çok altında, bütçe dışı kaynaklar da göz önüne alınırsa, savunma harcamalarının yarısı düzeyinde kalmaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığının Bütçesi Savunma Bakanlığı Bütçesinin sadece % 7’si kadardır.
2014 Bütçesi gelirleri yönünden son derece adaletsiz bir bütçedir. Bütçede öngörülen harcamaların finansmanının ağırlıklı olarak halktan toplanan vergiler ile yapılması öngörülmektedir.
2014 yılında da vergiler ağırlıklı olarak KDV ve ÖTV biçiminde emekçi sınıflardan, halktan toplanacaktır. Nitekim 2013 yılında KDV ve ÖTV gelirlerindeki artış ortalama % 25 olmuştur. Bu durum devlet eliyle gerçekleştirilen neo liberal piyasacı dönüşümün, otoriterleşme ve muhafazakârlaşmanın finansmanının asıl olarak halktan toplanan vergilerle gerçekleştirilmekte olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütçe gelirlerinin % 85’ini karşılayan vergilerin yükü emekçi sınıfların üstündedir. Öncelikle vergiler ağırlıklı olarak KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler biçiminde alınmaktadır.
ÖTV, KDV gibi vergiler göreli olarak daha adaletsiz vergilerdir. Çünkü sırasıyla; bu tür vergiler geniş yığınların kullandığı her türlü mal ve hizmet üzerinden alınırlar. Genelde bu vergilerde muafiyetlere yer verilmez ve artan oranlı olarak düzenlenmezler, halkın üzerinde kalırlar. Bu vergiler regresifler, yani petrol ve sigaradan alınan ÖTV’de olduğu gibi düşük gelirliler bu yükü daha ağır, yüksek gelirliler ise daha hafif hissederler. Kolayca yansıtılırlar, yani yasal mükellefler vergiyi tüketicilere yansıtırlar. Enflasyon arttığında bu vergiler de arttığından enflasyonun arttığı dönemlerde halkın üzerindeki yük daha da artar. Son olarak Türkiye’de bu vergilerin uygulaması ile çarpıklıklar söz konusudur. Örneğin et, süt, eğitim, sağlık gibi halk için zorunlu nitelikteki mal hizmetlerde KDV oranı % 8 iken pırlanta, elmas vb kıymetli taşlar ve külçe altın KDV’den istisna tutulmaktadır (sıfır vergi).
İkinci olarak vergi gelirlerinin üçte birini oluşturan dolaysız vergilerin yükü de emekçilerin sırtındadır. Örneğin vergi gelirlerinin beşte birini (% 20), dolaysız vergilerin üçte ikisini oluşturan gelir vergisinin bileşenlerine bakıldığında bu verginin % 91’inin stopaj (kaynakta kesme), % 5,6’sı beyanname ve binde 6’sı basit usulle toplandığı görülecektir. Stopajın % 68’i ücret stopajlarından gelecektir. Böylece dolaysız vergilerin üçte ikisini oluşturan gelir vergisinin de en az üçte ikisi emekçiler tarafından ödenecektir. Diğer taraftan kar payı, faiz ve kira geliri gibi sermaye geliri elde eden ve sayıları 1,8 milyonu bulan beyannameli mükellefin ödedikleri gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki sadece payı % 1 ve 750.000 civarında Basit Usule tabi esnafın ödediği vergilerin payı ise binde 1 civarındadır.
Sermaye sahiplerinin vergi yükünün bu denli düşük olmasının nedenlerinin başında ise sadece kendilerinin faydalandığı vergi kaçırma imkânı, vergi afları ve vergi uzlaşmaları ve yaygın muafiyetler, istisnalar, vergi indirimleri ve ertelemeleri (vergi harcamaları) gelmektedir. Nitekim AKP Hükümetleri döneminde birden fazla vergi vb affı çıkartılmıştır. Maliye Bakanlığı ile büyük çaplı vergi mükellefleri arasında 2010 yılında yapılan uzlaşmaların sonucunda vergi aslının % 92’sinden ve vergi cezalarının % 99,9’undan vaz geçilmiştir. Ayrıca sermaye sahibi sınıfların ve servet zenginlerinin yararlanmış oldukları kapsamlı muafiyet, istisna, erteleme ve indirimler mevcuttur. Bu vergi matrahını daraltıcı uygulamalar vergiyi azaltmakta, verginin yükünü bu uygulamalardan yararlanamayanlar üzerine kaydırmaktadır. Örneğin ayda sadece ortalama 100 TL civarında bir asgari geçim indiriminden yararlanabilen ücretli emekçiler, sermayenin ödemediği bu vergilerin de yükünü taşımaktadırlar. Diğer taraftan sermaye geliri elde edenler çok sayıda harcama kalemini gider yazabilmekte, böylece vergi matrahını küçültebilmekte, son derece cazip muafiyet, istisna, indirim ve ertelemeden yararlanabilmekte (örneğin enflasyon indirimi) ve hatta geriye dönük vergi iadesi dahi alabilmektedirler.
Sermaye sahipleri aynı zamanda yaptıkları bazı bağışları matrahtan indirerek hem vergilerini azaltmakta hem de kendilerine hak etmedikleri bir itibar da sağlamaktadırlar. Örneğin “fakirlere yardım amacıyla gıda bankacılığı faaliyetinde bulunan dernek ve vakıflara, bağışlanan gıda, temizlik, giyecek ve yakacak maddelerinin maliyet bedelinin tamamı gider olarak yazılabilmektedir.” Yapılan bu yardımlar, ayrıca KDV’den de istisna tutulmaktadır. Gıda bankacılığı yapan dernek ve vakıfların büyük bir kısmı ise Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Deniz Yıldızı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Hızır Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, İnsan Eğitimi Kültür ve Eğitim Vakfı örneklerinde olduğu gibi tarikat ve cemaatlerle bağlantılıdır. Yoksul vatandaşlara gıda, yakacak, giyecek dağıtan bu tür dernek ve vakıflara yapılan yardımların tamamının elde edilen gelirden düşülebilmesi, yapılan bağışlara “büyük bir vergi avantajı” sağlamaktadır. AKP bu tür dernek ve vakıflar üzerinden de siyaset yapmaktadır. Ayrıca 2012 yılında yapılan bir düzenleme ile din eğitimi veren tesis yapanlar ve kuran kursu açanlar bu işlere dönük harcamalarını Gelir ve Kurumlar Vergisi matrahından düşebilecek, evli ve 3 çocuklu asgari ücretliden gelir vergisi alınmayacaktır. Oy alma kaygısı ile yapılan bu düzenlemelerin sonucunda azalan vergi gelirlerinin yine ücretli emekçiden halktan ÖTV, KDV ya da petrol, elektrik ve doğal gaz fiyatlarına zam olarak karşılanacağı bir gerçektir.
Yani Türkiye’de vergilemenin adil yeniden bölüşüm ve kalkınma gibi amaçlarla bağı iyice kopartılmış, vergileme, sadece kapsamı daraltılan devletin neo-liberal dönüşümleri sağlamaya dönük faaliyetlerinin finansmanıyla sınırlı tutulmuş ve neo-liberal vergileme politikaları altında teşvik ve sübvansiyonlarla sermayenin üzerindeki vergi yükü emekçilerin üzerine kaydırılırmıştır.
Bu süreç otuz yıl öncesinden başlatılmış olsa da AKP Hükümetleri ile geçen son 10 yılda çok daha hızlı ve açıktan ilerletilmiştir. Artan oranlı gelir vergisi tarifesi düzleştirilmiş, basamak sayısı 6’dan 4’ e indirilmiş ve en zenginlere uygulanan gelir vergisi üst dilimi % 45’den % 35’e düşürülmüştür. Ücretliler lehine 5 puan indiriminden vazgeçilmiştir. Özel indirim uygulamasına son verilerek daha ziyade işverenlerin işine yarayan “asgari geçim indirimi” uygulamasına geçilmiştir. “Nereden buldun” uygulamasına son verilerek büyük servet sahiplerine servetlerinin kaynağı konusunda sorgulama yapılabilmesi imkânsız hale getirilmiştir. Kurumlar vergisi oranı % 33’den % 20’ye düşürülerek sermayenin vergisi daha da azaltılmıştır. Böylece düşük ücretli, örgütsüzleştirilmiş, güvencesiz ve esnek emek stratejisine uygun olarak verginin yükünün bütünüyle emekçilerin sırtına bindirilmesiyle Türkiye dünyanın en adaletsiz vergi sistemine sahip ülkelerinden biri haline gelmiştir.
Öyle ki ücretli bir emekçinin üzerindeki vergi vb yükü net ücretinin % 70’i ve brüt ücretinin % 50’sidir. Yani 800 TL civarında bir net asgari ücret ile geçinmek ve ailesini geçindirmek zorunda kalan bir işçinin yıllık ödediği vergi, prim, fon tutarı 5000 TL’yi aşmaktadır. Buna karşılık bu rakamın onda birini ödemeyen çok sayıda sermaye sahibi mevcuttur. Kar payı ya da temettü biçiminde sermaye geliri elde eden sermayedarlar üzerindeki yük ise % 26’dır. Bu oranın son 10 yılda % 45’lerden bu noktaya çekildiği unutulmamalıdır.
Sermaye şirketleri üzerinden alınan Kurumlar Vergisinin resmi oranı % 20 olmasına rağmen, Türkiye’nin en büyük bankaları ve şirketlerince efektif olarak bu verginin oranı % 1-2’lere hatta bindelere kadar çekilebilmektedir. Esnaf ve sanatkârların ödediği yıllık ortalama vergi miktarı ise (2011 yılı) 78 TL ile 1783 TL arasında değişmektedir.
Son olarak vurgulamak gerekir ki, kâr üzerinden alınan kurumlar vergisi ve / veya kâr dağıtımı üzerinden alınan gelir vergisi aslında işçinin ürettiği ama sermayedarın el koyduğu artı değerin devlet ile paylaşılmış kısmıdır. Devlet bu vergilerle sermaye birikimini kolaylaştırıcı ve bu eylemini meşrulaştırıcı işlevini yerine getirmektedir. Bu nedenle de emekçiler açısından egemenlerin kendi hükümetleri için vergi toplamayı nasıl örgütlediğinin temel bir önemi yoktur. Burada sorulacak soru kimin ne kadar vergilendiği değil, kimin vergilediği ve vergi gelirleri ile neyin yapıldığı ya da yapılmadığıdır.
* Doç. Dr. Mustafa Durmuş
Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi