Aydınlık ve tertemiz odanın ortasındaki yuvarlak mermer masanın üzerinde, kâğıt kaplı bir kutu… İçinde çiviler, misina parçaları, kilitler, çengeller, zincirler, iğneler, kurdeleler, püsküller, hafif paslanmış bir tenekeci makası, şeritler halinde kesilmiş keçeler. Biraz ötede üzerinde allı pullu desenler olan başka bir kutu. Bu kutunun içinden taşan parıltılar masanın yüzeyine yayılıyor: çeşit çeşit onlarca taş… Turkuazlar, koyu yeşil malahitler, leylak rengi turmalinler, kızıla çalan kehribarlar, iri parlak kıpkırmızı mercanlar, gökcismi misali beyzi laller, yanar döner kaplangözleri, gök mavisi safirler, benekli güneş rengi piritler.
Masada oturuyor İdil. Bir elinde kargaburun, diğerinde matlaşmakla parlamak arasında kararsız kalmış altın sarısı kalınca bir zincir. Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi şimdi belli belirsiz; kaşları — elindeki işe yoğunlaşmasından olacak — hafif çatık yakın gözlüklerinin ardında, önündeki taşlara sevgiyle karışık bir sorumlulukla bakıyor. Göğsü tümüyle kapatacak bu kolye ve ona takım olacak bu bir çift küpeyi bitirince, her zaman yaptığı gibi resmini çekecek ve resmin altına “Mercan ve aventurinle bir çalışma” yazacak. “Kalbi güçlendirdiğine” inanılan mercan ve “yumuşak ve açık yürekli olmayı sağladığı” söylenen yıldız taşıyla.
Hayatı kısa kesilmeseydi, emekli olunca kardeşi Fırat ve yeğenleriyle Fethiye’ye yerleşip her zaman ilgi duyduğu, son dönemde biraz uzaklaşmış da olsa, çok sevdiği ama “2003’e kadar kendim yapabileceğimi aklıma bile getiremezdim” dediği takı tasarımıyla uğraşacaktı İdil Güneyi.
3 Ekim 1964’te Bursa’da avukat Tahir Güneyi ve eşi Belgin Hanım’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Büyükbabası, Osmanlı Ordusu’nda görev yaptığı 1908 – 1929 yıllarında geçen anılarını “Başımdan Geçenlerden Aklımda Kalanlar: Balkan Harbi, Cihan Harbi, Yunan İşgali ve Doğu Hizmetleri” başlığıyla yazıya dökmüş olan veteriner Kemal Güneyi’ydi. İdil, hayatının son yıllarında ailenin tek cilt halinde bastırmak istediği bu kitabın editörlük işleriyle uğraşacak, fakat zamansız ölümüyle bu çalışma yarım kalacaktı.
Siyasetin konuşulduğu, kitapların tartışıldığı, Türkiye’de o yıllarda az sayıda kız çocuğuna nasip olacak eşitlikçi bir iklimin olduğu bir ailede büyüdü. Ailenin ilk çocuğu olarak her ne kadar Tahir Bey ve Belgin Hanım’ın hayatını kökünden dönüştürse de ev halkı 1967 yılında kardeşi Fırat’ın doğumuyla tamamlandığını hissetti.
İdil, 1. Murat İlköğretim Okulu’nu, Bursa’da bitirdi. Sonrasında da Bursa Cumhuriyet Lisesi’ni. Liseden mezun olduğunda, ülkede darbe sonrası yeni bir dönem başlıyordu.
1984’te kazandığı Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümüne girmesiyle, hayatının sonuna kadar sürecek olan Ankara günleri de başlamış oldu. 1988’de üniversiteden mezun olduktan sonra, aynı senenin mayısında, yirmi yedi yıl sonra hayatının son bulacağı Ankara Garı’nda, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nda (TCDD), mühendis olarak işe başladı. Ne var ki, TCDD’deki memuriyeti, İdil’in hayatında üniversiteden sonra gerçekleşen en büyük yenilik değildi. Mezuniyetten kısa sıra süre sonra, gene Hacettepe Fizik bölümünde öğrenciliği sırasında tanıştığı Ergün’le evlenmişti. 1991 yılında bebeği Barış dünyaya geldi. Yetmişli yılların şiddetini henüz unutamamış olan
doksanlar Türkiyesi’ndeyse, faili meçhullerin ardının arkasının kesilmediği karanlık bir yeni dönem başlıyordu.
Tüm fotoğraflarında içi gülen yeşil gözleri, İdil’in kalbinin yumuşaklığını ele veriyor. Her zaman başkalarının acılarına karşı çok duyarlı olmasıyla bilinirdi. Memleketin ücra köşelerindeki okullara yardım toplarken, daha isteksiz olan kişileri olanca nezaketiyle “zorlamasıyla”, gülümseyerek “pamuk eller cebe” demesiyle… Başlangıçta biraz gönülsüz, sonrasında hevesle onun düzenlediği bir yardım etkinliğine katılan bir iş yeri sahibi “İdil bize unuttuğumuz şeyleri hatırlattı” demişti. Ankara’da yaşadığı süre boyunca maddi imkânı olmayan bir iki öğrencinin eğitimine katkı sağladığını ailesi, o aramızdan ayrıldıktan sonra, evde buldukları bir defterdeki notlarından öğrenecekti. Kimsenin aklına bile gelmeyen uzak diyarlardaki okullar için yardım toplar; tüm düzenlemeleri kendisi üstlenir ve öğrencilere kol kanat gererdi. Ama yalnızca yardımsever bir yurttaş değildi. Ankara’daki yaşamı, tıpkı tasarladığı takılar gibi, birçok farklı tanenin uyum içinde bir araya gelmesiyle aydınlık olmuştu.
Türkiye’nin birçok yöresine işyeri arkadaşları ve yakın çevresini de dahil ederek düzenlediği gezilerle vurgulanan seyahat tutkusu, çok da iyi olmayan Sony marka fotoğraf makinesiyle, onu gülümseyerek hatırlayan birçok kişiye göre de oldukça amatörce olan fotoğraf çekme merakı, TCDD çalışanları için Şehir Tiyatroları’na uygun fiyatlı biletler alarak düzenlediği akşamlar, huzurlu evi için geliştirdiği ”kendin-yap” projeleri, enerjiyle peşinden koştuğu onlarca etkinlik… Bunların hiçbiri yalnızca kendi hayatına ışık tutmuyor, çevresindekilere de yansıyordu. Bütün bunlardan önce, çok güçlü bir eylemciydi. Morali her zaman yüksekti; rakı masalarında yenilgilerine üzülen romantik devrimciler gibi ütopik düşünceleri yoktu. Demokrasi ve emeğe saygı istiyordu; bunların gerçekleşmesi için de elinden geleni yapıyordu. Yetiştiği topluma ve birlikte yaşadığı insanlara karşı bilinçli bir sorumluluk duygusuyla hareket ediyordu. 10 Kasım’larda sosyal medyada Atatürk fotoğrafları paylaşırdı. Barış Mitingine katılacağını da aynı heyecanla duyurmuştu. Katliamın kurbanlarının pek bahsini etmeyen hükümet yanlısı gazeteler bile onun ölümünü haberleştirerek, “Facebook sayfasındaki son paylaşımında, ‘Gözyaşlarımızın Rengi Aynıdır… 10 Ekim’de Ankara’dayız’ demişti” diye yazdı.
Fotoğraflarda açık kumral saçları, uzun boyu ve elinde pankartıyla göründüğü birçok eylemin devamında, akşam üzeri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) konserine katılabiliyordu. Ümitsizliğin en karanlık ânında insana cesaret verdiği söylenen kantaşı gibiydi. AKP’nin yükseldiği ve giderek artan baskının tüm muhalif kesimler üzerinde bir cendereye dönüştüğü yıllarda yaşamdan aldığı keyiften hiç taviz vermeden sendikacılık da yaptı.
Bir dönem Eğitim ve Örgütlenme Sekreterliğini ve son olarak da Ankara Şubenin Kadın Sekreterliğini üstlendiği Birleşik Taşımacılık Sendikası’na (BTS) katıldı. Hem TCDD için hem sendika için her zaman gülümseyen yüzü, ihtiyacı olanlara verdiği destek ve zarif espri yeteneğiyle enerji saçan biriydi. Ankara katliamında on dört yoldaşını kaybederek zaten çok ağır bir darbe alacak olan BTS için İdil’in yokluğuyla baş edebilmek hiç kolay olmayacaktı.
BTS’nin düzenlediği hiçbir etkinliği kaçırmazdı. Bir keresinde, son anda sendikalı bir dostunun unuttuğu bir eylemi hatırlatmak için Gar’daki odasına çıkmış, kravat takmamasıyla bilinen arkadaşını koştur koştur aşağı indikten sonra da eline “Kadına Şiddete Son” pankartını tutuşturmuştu.
2014’ün 8 Mart’ında, Mersin’in Arslanköy’ünden gelen kadın ve çocukların oynadığı “Ozon Tabakası” adlı oyunun sergilenmesini sağlamış; seyirciyle buluşması büyük başarıyla sonuçlanan oyundan sonra kendi emeğinden bahsetmeyip, destek olan herkese teşekkür etmişti. Okullara ve ihtiyaç duyanlara yardım toplamaya sendikada da devam etmiş, her zaman olduğu gibi herkesin de desteğini alabilmişti.
Dostlarla çıkılan gezilerde keyifle yudumlanan Kalecik Karaları, bölgeyi anlatan rehbere yöneltilen meraklı sorular, İstanbul’daki kardeşine ve yeğenlerine duyduğu özlemle daha da zorlaşan Ankara’nın oldum olası hüzünlü günbatımları, akşamları izlenen tiyatro oyunları, operalar, konserler… Günün yorgunluğunu atamadan elde kitapla uyuyakalınan erken akşamlar, çocukların okulu üzerine dertleşmeler… Artık başmühendis olduğu TCDD’nin Gar’daki ofisinde koşuşturmaca, meslektaşlarla yudumlanan çaylar, haftasonları gezilerinde yapılan tatlı yürüyüşler…
Ankara’da hayat dopdolu geçse de, çok sevdiği ailesinden uzak olmak zor gelmeye başlamıştı İdil’e. Bu durum, 2008 yılında hep “çok özlüyorum” dediği yeğenlerinden ilkinin, Fırat’ın kızı Eylül’ün doğmasıyla daha da belirginleşmişti. Anne babasını her gün telefonla arayan İdil, son dönemde uzaklaştığı takı tasarımına geri dönmenin, ailesiyle daha çok vakit geçirebileceği bir emekliliğin planlarını artık ciddi bir şekilde yapıyordu. Son dönemde sendikada yönetime girmeyi çok istememiş ama bir süre daha yönetimde kalmayı kabul etmişti. İstediği, artık emekli olup güneye taşınmaktı.
Geleceği ondan çalınsa da, katillerinin ve onları kollayanların dokunamayacağı hatıralar kaldı İdil Güneyi’den. Yaptığı her işte, tasarımlarında kullandığı her taşta, dostlarla yediği her yemekte, katıldığı her gezide, destek olduğu her çocukta, yeşillikler içinde yaptığı her yürüyüşte, soluk aldığı her saniyede gerçekten önemli olan ve varoluşuna anlam katan şeyleri yaptı. Onun katledilmesine zemin hazırlayanlara pişmanlıkla yaşadıkları hayatı sorgulatabilecek olan mevki, para, statü, rant, iktidar ve daha fazla iktidar gibi boş hevesler peşinde koşmadı.
Not: Bu yazıda, İsmail Özdemir ve Onar Kuruoğlu başta olmak üzere İdil Güneyi’nin TCDD ve BTS’deki yakın çalışma arkadaşları ile yapılan söyleşiler ve kardeşi Fırat Güneyi’nin anlattıkları esas alınmıştır.