4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Yasasının 21/3 maddesi uyarınca her yıl Mart ve Kasım aylarında gerçekleştirilmesi gereken Kamu Personeli Danışma Kurulunun (KPDK) Mart 2016 toplantısı 24 Mart 2016 günü gerçekleştirilmiştir.
Kamu Personeli Danışma Kurulu toplantısına, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu, Konfederasyonumuz adına KESK Genel Sekreteri Hasan Toprak, Türkiye Kamu Sen ve Memur Sen konfederasyonlarının genel başkanları ile yetkili sendikaların genel başkanları katılmıştır.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu toplantının açılışında AKP’de gelenekselleşen şekilde 2002 yılından bu yana yaptıklarını sıralama ve adeta Cumhuriyet tarihinden daha fazla iş yaptıkları iddiası üzerine kurulu bir konuşma yapmıştır. Yandaş Konfederasyon da kendilerinden beklenen şekilde yaptıklarından dolayı her konu girizgahında hükümete teşekkür eden ve bir dizi ricada bulunan bir değerlendirmede bulunmuştur.
Konfederasyonumuz adına konuşan KESK Genel Sekreteri Hasan Toprak, konuşmasında özellikle “kamuda çalışan tüm taşeron çalışanların kadroya alınacağı” yalanını teşhir ederek, aksine daha 4/B ve 4/C statüsünde çalışanların sorunları çözülmeden “özel sözleşmeli personel” statüsünün mevzuata yerleştirilmeye çalışıldığına, kısa süre sonra da kamuda bunun temel istihdam biçimine dönüşeceğine dikkat çekmiştir. Hasan Toprak, yaşanan hak ihlallerinden örnekler vererek AKP sivil darbesinin her gün yeni bir saldırı dalgası başlattığını, bunun AKP 28 Şubat’ı olduğunu ve muhalif kamu emekçilerinin tasfiyesinin amaçlandığını, odağında da Konfederasyonumuza bağlı sendika yönetici ve üyelerinin bulunduğunu belirtmiştir. Hasan Toprak, 28 Şubat andıçlarına benzer içerikteki 2016/4 sayılı Başbakanlık Genelgesinden sonra bu kez de TBMM’de görüşmeleri devam eden torba yasa tasarısına “…. İş yavaşlatma, grev eylemine katılmak…” gibi eklenen maddeler ile temel sendikal eylem ve etkinliklerin yasaklanmak istendiğini, tasarının bu şekilde yasalaşması durumunda artık sendikal faaliyet yürütmenin imkansız hale geleceğine dikkat çekmiştir.
KESK Genel Sekreteri Hasan Toprak, konuşmasının bitiminde, Konfederasyonumuzun düşünce ve değerlendirmelerinin basın aracılığıyla kamu emekçilerine ve kamuoyuna ulaşmasını engellemeye yönelik Bakanlık girişimini protesto ettiğini belirterek toplantıyı terk etmiştir.
Genel Sekreterimiz Hasan Toprak’ın
Kamu Personeli Danışma Kurulu Toplantısında Yaptığı Konuşma
24 MART 2016
Sayın Bakan,
Sayın Müsteşar, Bakanlık Yetkilileri,
Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Yöneticileri, Temsilcileri
Konfederasyon ve Sendika Genel Başkanları,
Hepinizi Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) adına selamlıyorum.
Değerli Katılımcılar
Kamu Personeli Danışma Kurulu Mart 2016 toplantısını; 2,8 milyon kamu emekçisinin sınırlandırılmış iş güvencesinin kaldırılmasına yönelik adımların hız kazandığı,
Güvenceli esneklik, kiralık işçilik adı altında güvencesizliğin hem özelde hem kamuda sadece işçilerin değil, kamu emekçilerinin de kazanılmış haklarını tehdit ettiği,
Bir birinin kopyası bütçelerde emekçilere, kamu yatırımlarına ayrılan payın gittikçe kısıldığı,
Kadrolaşmanın, kayırmanın torpilin ve sendikalar arası ayrımcılık yapmanın ayyuka çıktığı,
Sendikal hak ve özgürlüklerin Başbakanlık Genelgeleri ile ayaklar altına alındığı,
Birileri her ne kadar ‘tarihi başarı’ olarak nitelendirse de kamu emekçilerinin kamu emekçilerinin güvenceli istihdamı, artan oranlı gelir vergisi dilimleri, ek ödemelerin emekliliğe yansıtılması, Disiplin cezalarının affı ve yeniden düzenlenmesi, Yardımcı hizmetler sınıfına ek gösterge verilmesi, 4/C’li sözleşmeli personele kadro verilmesi gibi hiçbir temel sorunun çözülmediği,
Maaş artışları gerçek yaşmadan kopuk enflasyon oranlarına bağlanan hatta “toplu sözleşmede tarihi başarı kazandık” nutukları atanların altına imza attığı sözde Toplu Sözleşmelerle enflasyonun bile altındaki artışlara artışa mahkum edilen, temel gıda ve tüketim maddelerinde yaşanan fahiş zamların sonucunda maaşları gittikçe eriyen kamu emekçilerinin ve emeklilerinin açlık sınırına daha da yakınlaşan bir yaşam sürdürmeye itildiği koşullarda yapıyoruz.
Son KPDK toplantısında, 2015 yılı Kasım ayında yapılan KPDK toplantısında “Olağanüstü bir dönmeden geçiyoruz. İçinden geçtiğimiz süreç öylesine yakıcı ki toplum olarak yarına, geleceğe ilişkin umutlarımızı karartıyor” demiştik. Maalesef o günden bugüne kadar ülkemizde yaşanan gelişmeler geleceğe ilişkin umutlarımızı daha da karartmıştır. Çünkü demokrasi ve özgürlükler alanını daha da daraltan bir tablo ile karşı karşıyayız. Demokrasinin, hukukun, adaletin ve kalıcı barış ortamının tesis edilmediği koşullarla daha karanlık hale gelen bu tablodan herkes gibi biz kamu emekçileri de payımıza düşeni alıyoruz.
Değerli Katılımcılar
Daha öncede defalarca ifade ettik, kamu emekçileri olarak bizlerin de içinde olduğu emekçi sınıfların tüm kazanılmış haklarını hedef alan bir saldırı dalgası ile karşı karşıyayız.
30-35 yıldır dünya ülkelerinin çok geniş bir bölümünde hayata geçirilen yeni liberal politikaları temel alan hükümetler eliyle kamu hizmetleri alanı gittikçe daraltmış, piyasalaştırılmıştır.
Buna bağlı olarak hem yurttaşlarımızın hem de kamu emekçileri aleyhine bir dönüşüm yaşanmaktadır.
Toplumsal ihtiyaçları karşılayacak mal ve hizmet üretimlerinin piyasanın işleyiş kurallarından önemli oranda bağımsız kılındığı, devletçe üstlenilen kamu hizmeti anlayışı adım adım terk edilmiştir. Yerine kamu hizmetleri alanını piyasanın insafına terk eden politikalar almıştır.
Kamu hizmetlerinin alanının daraltılarak piyasalaştırılmasından kamu yatırımlarının azaltılmasına kadar uzanan bu dönüşüm sonucunda kamu emekçileri olarak yıllardır kaybeden taraf olmaya devam ediyoruz.
Kamu istihdamı farklı farklı istihdam biçimleri ile parçalanıyor, esnek, güvencesiz, bireysel performansa bağlı istihdam kamuda temel istihdam biçimi haline getiriliyor. Çalışanlara “müjde” diye sunulanlar kamu alanında emekçiler aleyhine yaşanan dönüşümü daha da derinleştirmenin ötesine geçemiyor.
Son olarak daha ikin gün önce Başbakanın tüm taşeron işçilerinin kadroya alınacağı müjdesini de bu durumdan bağımsız değerlendirmek mümkün değildir.
Başbakan iki gün önce “Yardımcı işlerde çalışanları da kamuya almayı kararlaştırdık. Böylece dışarıda kalan tek bir taşeron işçisi kalmayacak. Bu kişiler aynı yerde çalışmaya devam edecekler” demiştir.
Başbakanın bu açıklaması, yıllardır kamuda güvenceden, sendika ve toplu sözleşme hakkından, insanca bir ücretten uzak çalışma koşulları dayatılan yüz binlerce taşeron işçisi tarafından sevinçle karşılanmıştır.
Ancak başbakanın bu ‘müjdeli’ açıklamalarının üzerinden daha bir kaç saat geçmeden Maliye Bakanı’nın konunun detayları hakkında yaptığı açıklama yıllardır çalışma koşullarını düzeltilmesini, maaşlarının insanca bir yaşam sürdürmeye yeter noktaya çekilmesini ve en önemlisi güvenceli bir kadro isteyen taşeron çalışanlarının umutlarını karartmıştır.
Öncellikle kamuda taşeron çalışmanın AKP’li yıllarda devasa boyutlara ulaştığını bilmeyen yoktur. Devletin resmi rakamları, hükümet yetkililerinin zaman zaman yaptığı açıklamalar, son yıllarda taşeron istihdamın vardığı boyutları tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Konuyla ilgili olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik eski Bakanı Faruk Çelik’in CHP Tekirdağ Milletvekili Candan Yüceer’in soru önergesine verdiği cevap 29 Ekim 2014 tarihinde basına da yansımıştır.
Sayın Faruk Çelik’in verdiği rakamlara göre kamuda çalıştırılan sigortalı taşeron işçi sayısı 2004 yılında 3.183 ( üç bin yüz seksen üç) iken, her yıl artarak devam etmiş, 2014 yılının dokuzuncu ayı itibari ile 781.000’e (yedi yüz seksen bir bin) çıkmıştır. Yani bu dönemde kamudaki taşeron işçi sayısı 245 (iki yüz kırk beş) kat artmıştır.
Bu resmi rakamlara göre maalesef Türkiye işçi konfederasyonlarının tabiri ile bir Taşeron Cumhuriyetine dönüşmüştür. Son 14 yılda taşeron istihdamı 245 kattan fazla artıran AKP iktidarının bunun sorumlusu sanki başka bir siyasal iktidarmış gibi “kamuda tek bir taşeron işçisi kalmayacak” müjdesi vermesi manidardır.
Ancak bunun aslında bir müjde olmadığı Maliye Bakanı tarafından konunun detaylarına ilişkin yapılan açıklamalarla ortaya çıkmıştır. Maliye Bakanının yaptığı açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki; AKP hükümetinin taşeron istihdama son vermeye niyeti yoktur. Bunun yerine kamu taşeron işçisine “özel sözleşmeli personel” pozisyonuna geçme yolu açılmaktadır. Ancak bu pozisyona geçmek için de bir takım şartlar sıralanmaktadır. Hepsini burada sıralamayacağım bu şartlara bakıldığında başbakanın “dışarıda kalan tek bir taşeron işçisi kalmayacak” sözlerinin bir karşılığı olmadığı açıktır.
Türkiye’de taşeron firmaların, çalışanları ile 10-11 aylık sözleşme yaptığını, sigorta primi ödememek için çalışmakta olan işçiyi işten çıkmış veya yıllardır çalışan işçiyi işe yeni girmiş gibi gösterdiğini yani işçilerin tabiri ile ‘girdi-çıktı yaptığını’, firma bünyesinde farklı işlere kaydırarak hizmet sürelerini az gösterdiğini bilmeyen yoktur.
Buna rağmen Kamu taşeron işçilerinin “özel sözleşmeli personel” bu pozisyonda istihdam edilmesi için getirilen 12 ay boyunca görev yapıyor olma şartı getirilmiştir. Sadece bu şart bile yüz binlerce kamu taşeron işçisinin daha baştan kapsam dışı kalacağını göstermektedir.
Kayırmacılığın, torpilin hiçbir dönemde olmadığı kadar yaygınlaştığı bugünlerde “özel sözleşmeli personel” pozisyonuna alınacak taşeron işçileri için getirilen sınavın ne kadar adil bir biçimde yapılacağı da ayrı bir tartışma konusudur.
En can alıcı noktalardan birisi de tüm şartları yerine getiren, sınavı kazanarak “özel sözleşmeli personel” pozisyonuna atanan kamu taşeron işçilerinin geçmişe dönük hak talebinde bulunamayacağı düzenlemesidir.
Buna göre yüz binlerce kamu taşeron işçisine “özel sözleşmeli personel” statüsünde çalışabilmek için geçmiş birikimlerinden, özellikle kıdem tazminatlarından vazgeçmeleri dayatılmaktadır.
Bilindiği üzere, mevcut uygulamaya göre bir kamu taşeron işçisi yapmakta olduğu işin asıl iş olduğuna ilişkin dava açar ve bunu dava sonucunda ispatlarsa ilk işe başladığı tarihten itibaren asıl işçi gibi değerlendirilerek, başta kıdem hakkı olmak üzere geçmişe dönük bütün haklarını asıl işverenden alabilmektedir. Ancak bu düzenlemeye göre eğer söz konusu kamu taşeron işçisi eğer yukarıda sıralanan şartları yerine getirerek “özel sözleşmeli personel” pozisyonuna ‘atanma hakkına!’ kavuşursa mahkeme kararı ile verilen kıdem ve kadroya alınma başta olmak üzere geçmişe dönük kazanılmış haklarından vazgeçmek zorunda bırakılacaktır.
Açılan davalar sonucunda kamu idaresinin karşı karşıya kaldığı mali yükten kurtulmanın hesabını yapan hükümet, işsizlik ve geçim derdi kıskacına sıkıştırdığı kamu taşeron işçisinin yaşadığı krizi fırsata çevirmekten geri durmayarak “eğer geçmiş çalışmandan doğan haklarından vazgeçersen seni özel sözleşmeli personel pozisyonuna atarım” demektedir.
Peki diyelim ki kamu taşeron işçisi gerekli tüm şartları taşıyor, sınavı da kazandı atandığı “özel sözleşmeli personel” pozisyonu yaşadığı sorunları çözüyor mu? Aynı ya da benzer işi yaptığı kadrolu kamu işçisi ile ya da kamu emekçisi ile aynı haklara, maaşa, güvenceye kavuşuyor mu? Maliye Bakanın yaptığı açıklamalar kamu taşeron işçisinin maaşının, görevinin değişmeyeceğini gösteriyor. Buna göre “Özel sözleşmeli personel” olarak atananlarla üçer yıllık sözleşme yapılacak.
Kısacası her 3 yılda bir sözleşmelerinin yenilenmesinin hangi şartlara bağlanacağını konusu da belirsiz olan kamu taşeron işçileri gerçek bir iş güvencesinden uzak, asgari ücret düzeyinde ücretlerle çalışmaya devam edecek.
Kimse kusura bakmasın ama bunun adı maaşın aynı, çalışma şartlarının aynı olduğu, her 3 yılda bir sözleşmelerin yenilendiği, çağdaş kölelik olarak nitelendirilen 4C benzeri hatta bazı yönleri ile 4C istihdamından da daha geri olan “Özel sözleşmeli personel” istihdamının ‘taşerona kadro” diye yutturulmak istenmesinden başka bir şey değildir.
Bunun adı müjde değil, tüm kamunun “özel sözleşmeli personel “ adı altında siyasi iktidarın taşeron çalışanı haline getirilmesidir.
Bunun adı tüm çalışanlara “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” politikasıdır.
Eğer “Özel sözleşmeli personel” istihdamı bu haliyle hayata geçirilirse kamuya alınacak herkesin “özel sözleşmeli personel” olarak istihdamı olağan hale gelecektir. Lisans mezunu olup KPSS’den atanamayanların “özel sözleşmeli personel” olarak istihdamının önü sonuna kadar açılacaktır.
Sık sık kamuda birbirinden farklı onlarca istihdam tipi olmasından yakınan, hatta “kamuda harf karmaşasına son vereceğiz” diyen hükümet, ne yazık ki, mevcut istihdam biçimlerine esnek güvenceli, düşük ücretli, “özel sözleşmeli personel” adlı altında melez yeni bir istihdam eklemeyi tercih etmiştir. Böylece kamu emekçilerinin iş güvencesini tehdit eden faktörler arasına adına “özel sözleşmeli personel” denilen bu yeni istihdam da eklenmiştir.
Değerli Katılımcılar
2015 yılının Kasım ayında yaptığımız KPDK toplantısından bugüne kamu emekçilerinin iş güvencesini hedef alan yeni gelişmeler yaşanmıştır.
29 Ocak 2016 tarihinde kabul edilen 6663 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun adlı torba yasa ile kadın işçiler ve kamu emekçileri güvenceli esneklik adı altında aslında güvencesizliğe itilmektedir. Kadınları istihdama katmanın yolu yarı zamanlı ve esnek çalışma değildir. Buna rağmen yasada yer alan yarı zamanlı çalışma ile sonraki torba yasalarda yasalaşmayı bekleyen, özel istihdam büroları ile geçici iş ilişkisi kurmanın da önü açılacaktır.
Dolayısıyla, mecliste görüşülmekte olan özel istihdam büroları ya da kiralık işçilik yasa tasarısı da kamu emekçilerinin iş güvencesini dolaylı olarak tehdit etmektedir.
Gerçi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı bu kavramın, yani kiralık işçilik kavramını insan onuruna aykırı bir kavram olduğunu ifade ediyor. Ancak bir insanın güvence, sosyal güvenlik hakkı, sendika ve toplu sözleşme hakkı yok sayılarak bir özel istihdam bürosu aracılığı ile işverene kiralanma durumuna kiralık işçilik denmez de ne denir açıkçası bilemiyorum. Bunun için kavrama değil bu kavramı ifade ettiği kölece çalışmaya-istihdama karşı çıkmanın daha anlamlı olacağını düşünüyoruz.
Şimdi denilebilir ki “özel istihdam büroları yasa tasarısı kamuyu kapsamıyor, kamuda uygulanmayacak. Biz de size deriz ki mevcut kanunlara göre taşeron çalışmanın asli ve sürekli işlerde olması da yasaktı. Ama zamanla içinden çıkılmaz hale gelinen nokta ortada. Yine İŞKUR bünyesinde sürdürülen, ücretleri işsizlik fonundan karşılanan Toplum Yararına Çalışma Programı (TÇYP) kapsamında istihdam edilenlerin de asli ve sürekli işlerde çalıştırılması yasaktır. Hatta programın “personel açığını kapatmamaya yönelik olamaması ve bu kapsamda istihdam edilenlerin büro hizmetlerinde çalıştırılmaması” esas alınmıştır. Bu temel kuralı çiğneyen programların derhal iptal edileceği düzenlenmiştir.
Ancak, TYÇP kapsamında istihdam edilenlerin büro hizmetlerinde kesinlikle çalıştırılamayacağı hükmü, 2011 yılında yapılan bir değişiklikle, programın yürütücüsü Türkiye İş Kurumunun işlemler el kitabından çıkartılmıştır. Yani yönetmeliğine göre “işsizlere yardım etmek için ihtiyaç olmayan işler yaratılması” amacı olan program zamanla aksine iş gücü ihtiyacını düşük maliyetle karşılamanın aracına dönüşmüş bulunmaktadır.
Dolayısıyla kiralık işçiliğin yarın kamuda uygulanmamasının, en azından taşeron firmalar eliyle kamuya sokulmamasının da bir garantisi yoktur. Kaldı ki Çalışma Bakanlığı yetkilileri zaman zaman güvenceli esneklik konusuna değindiklerinde, doğum nedeniyle izne ayrılan ya da yarı zamanlı çalışma yapan kadınların yerinin de kiralık işçi istihdamı ile doldurulacağını ifade ediyor. Bilindiği üzere 6663 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunla sadece kadın işçilere değil, kadın emekçikler içinde yarı zamanlı çalışma uygulaması getirilmiştir. Bu durumda yarı zamanlı çalışan kadın kamu emekçilerinin yerinin de kiralık işçilikle doldurulması şaşırtıcı olmayacaktır.
Değerli Katılımcılar,
Konuşmamın başında da ifade ettim, bu dönemin öne çıkan özeliklerinden biri de kadrolaşmanın, kayırmanın torpilin ve sendikalar arası ayrımcılığın ayyuka çıkmasıdır. Bu nedenle kamu emekçilerinin en önemli gündem maddelerinden biri de son dönemlerde Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere kamuda yaşanan kadrolaşma faaliyetleridir. 2011 yılından itibaren ardı ardına çıkarılan Kanun Hükümde Kararnamelerle tüm bakanlıkların teşkilat yasaları değiştirilmiştir. Personel alımlarına da yansıyan bu değişikliklere kamunun önemli bir bölümü için ya Kamu Personeli Seçme Sınavının (KPSS) uygulama alanı daraltılmış ya da KPSS yerine sözlü-mülakata dayalı sistemin esas alınmasına geçilmiştir.
Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın “aday öğretmenlere” yönelik olarak getirdiği “yazılı ve/veya sözlü sınav” dayatması ile yeni atanmış öğretmen arkadaşlarımızı bir kez daha mağdur edilmiştir. Uzun uğraşlar sonucunda dört yıllık fakülte bitirip “öğretmen” unvanıyla mezun olan, KPSS ve Özel Alan Bilgisi Testi (ÖABT) engellerini birer birer aşan öğretmenlerin önüne yeni sınavlar getirmek açık bir adaletsizlik örneğidir.
1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunun “Öğretmenlik” başlıklı 43. Maddesinin aday öğretmenler ile ilgili değişiklikler yapılmış, yazılı ve sözlü sınav şartı getirilmiştir. Aday öğretmenlerin, en az bir yıl fiilen çalışmak ve performans değerlendirmesine göre başarılı olmak şartlarını sağlamak kaydıyla, yapılacak yazılı veya yazılı ve sözlü sınava girmeye hak kazanacağı, sınavda başarılı olanların öğretmen olarak atanacağı belirtilmiştir. Sınavda başarılı olamayan aday öğretmenler il içinde veya dışında başka bir okulda görevlendirilerek bir yılın sonunda yeniden değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Aday öğretmenlik süresi sonunda sınava girmeye hak kazanamayanlar ile üst üste iki defa sınavda başarılı olamayanların aday öğretmen unvanını kaybedeceği ve memuriyetle ilişiğinin kesileceği belirtilmektedir.
Aday öğretmenler, sözlü ve yazılı sınav baskısıyla iktidara yakın sendikaya üye yapılmaya çalışılmakta, başka sendikalara gitmeleri halinde asil olarak atanmayacakları söylenerek açıkça tehdit edilmektedirler. Aday öğretmenlerin asil kadrolara atanması sürecinde yapılacak değerlendirmeler objektif bir şekilde yapılmalı yazılı ve sözlü sınav uygulaması tamamen kaldırılarak, staj uygulaması yeniden gözden geçirilmelidir.
Aday öğretmenlerin her türlü özlük hakkı, asil öğretmenlerle aynıdır. Bununla beraber adaylık süresi devlet memurları için bir deneme süresi olduğundan aday öğretmenlere ilişkin özel bir düzenleme olarak aday öğretmenin aylıktan kesme veya daha üst bir disiplin cezası alması halinde görevine amirin teklifi ve ilgilinin onayı ile son verileceği şeklinde bir düzenleme söz konusudur.
Aday memur nasıl asil memurlar gibi sorumluluk sahibi ise, disiplin cezaları konusunda da özel bir uygulamaya tabi tutulmamalıdır. Bu ve benzeri düzenlemelerin aday öğretmenleri sindirmeye ve korkutmaya yönelik olduğu açıktır.
Değerli Katılımcılar
Kamunun bütün alanlarında yaşanan atama ve görevlendirmelerde liyakatten çok sendikal-siyasal referanslarla hareket edilmektedir. Kariyer ve liyakat ilkeleri ayaklar altına alınmaktadır. Hukuk açıkça çiğnenmektedir.
Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yukarıdan aşağıya doğru başlatılan ve eğitimin bütün kademelerinde görev alan eğitim yöneticileri iktidar yandaşları içinden belirlenmiş, iktidara biat etmeyen eğitim yöneticileri ise bakanlık ve yandaş sendika temsilcilerinin ortak çalışması ile birer birer görevlerinden alınmıştır.
Eğitimde yaşanan tasfiye sürecinde, şube müdürleri ve okul müdürlerinin ardından sıra müdür yardımcılarına gelmiştir. Siyasi iktidar ve yandaş sendika siyasi torpil üzerinden belirlediği okul müdürlerinin ardından şimdi de müdür yardımcılarının belirlenmesi için yoğun mesai harcamakta, mevcut müdür yardımcılarına yönelik sendika değiştirme yönünde baskılar yapılmaktadır. MEB’de görev yapan her 4 müdürden 3’ü yandaş sendika üyesidir.
Bağlı sendikamız Eğitim Sen’in şube müdürlerinin ve okul müdürlerinin değerlendirilmesi ve görevlendirilmesi ile ilgili olarak açmış olduğu davalarda sendikamızı haklı bulmuş ve çok sayıda yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. Mahkeme kararı ile birlikte mülakatla yapılan tüm sınavların ve yapılan görevlendirmenin iptal edilmesi gerekirken, MEB iktidarın izinden giderek yargı kararlarını uygulamamakta ısrar etmekte, hukuksuzluğu ve keyfiliği kural haline getirmeye çalışmaktadır.
Yargı kararları son derece açık olmasına rağmen MEB’in Bakanlık kadrolarını ve okulları tamamen kendi siyasal çizgisinde yaptığı atamalarla doldurması MEB’de tarihin en büyük siyasal kadrolaşma hareketinin yaşanmasına neden olmuş, binlerce eğitim yöneticisi mağdur edilmiştir. Bakanlığın yargı kararlarını uygulamamak gibi bir tutum içine girmesi, açıkça hukuka meydan okumak anlamına gelmektedir.
Yine Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Şubat ayında ataması yapılan 30 bin “aday öğretmen”e danışmanlık yapması için belirlediği 35 bin danışman öğretmenin büyük bölümünün iktidara yakın sendika üyeleri arasından seçilmesi, bu tür konularda sicili bozuk olan MEB’in bir adaletsiz uygulamaya daha imza attığını göstermiştir.
Yeni atanan öğretmenlerin 6 aylık dönemde yetiştirilmeleri amacıyla en az 10 yıl hizmeti olan öğretmenler arasından ulusal ve uluslararası projelerde koordinatör, danışman veya katılımcı öğretmen olarak görev almış, sosyal kültürel faaliyetlere katılım sağlayan, iletişim becerisi ve temsil yeteneği güçlü, mesleği ile ilgili kriterlerden bir veya birkaçına sahip öğretmenlerin danışman öğretmen olabileceği belirtilmiş olmasına rağmen, danışman öğretmenler belirlenirken en önemli kriterin “hükümet sendikası üyesi olmak” olduğu ortaya çıkmıştır.
Kişinin birikimini, alana ilişkin bilgisini, kendini ifade etme konusundaki yeteneğini ölçmesi gerek mülakatlarda sorulan sorular kelimenin tam anlamı ile fiyaskodur.
Örneğin 28 Haziran 2015 tarihinde yapılan Adalet Bakanlığının açtığı taşra teşkilatı Yazı İşleri ve İdari İşler Müdürlüğü görevde yükselme ve unvan değişikliği sınavının mülakat aşamasında:
Bir otobüse kaç pinpon topu sığar?
Pinpon topu kaç gramdır?
Arda Turan’ın transfer durumu nedir?
Gibi mesleki bilgi ile hiçbir ilgisi olmayan sorular sorulmuştur. Bu duruma ilişkin olarak muhalefet milletvekillerinin son bir yıl içinde verdiği soru önergelerinin hiç birine ilgili bakanlar tarafından yanıt verilmemiştir. TBMM’nin web sayfasında bu soru önergelerinin durumuna ilişkin olarak “Süresi İçinde Cevaplandırılmadığından Gelen Kağıtlarda Yayımlandı” denilip geçilmektedir.
İşin özü AKP iktidarı, kamuda kendi siyasi görüşüne yakın olanlar dışında kimsenin istihdam edilmemesi için artık her şeyi mübah gören bir noktaya gelmiştir.
Değerli Katılımcılar,
Yine konuşmamın başında ifade ettim.
Sendikal hak ve özgürlükler alanında maalesef darbe dönemlerinden hiç de geride kalmayan bir dönemden geçiyoruz.
Geçen yıl 26 Mart tarihinde yaptığımız KPDK toplantısında TBMM Genel Kurulunda kabul edilen İç Güvenlik Yasasına dikkat çekmiş, temel hak ve özgürlüklere ilişkin vahametin daha da artacağını ifade etmiştik.
Nitekim başta düşünce ve fikir özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlükleri kullanmamız neredeyse rafa kaldırılmış durumdadır.
Konfederasyonumuzun her altı ayda bir yayınladığı hak ihlalleri raporumuzu 10 Şubat 2016 tarihinde açıkladık. Sınırlı sayıda ihlalin yansıdığı raporumuz da göstermektedir ki, muhalif kimliği ile bilinen Konfederasyonumuz ve bağlı sendikalarımız yönetici ve üyelerine yönelik bir tasfiye süreci başlatılmıştır.
7 Ağustos 2015 – 7 Şubat 2016 tarihleri arasında çoğu sendikalarımızın şube yöneticileri olmak üzere 284 KESK’li sürgün edilmiştir. Sürgünlerle şubelerimizin fiilen kapatılmak istendiği bizce çok açıktır. Oysa sürgün sadece çalışan kamu emekçisini değil ailesini ve sosyal çevresini de etkilediği için sonuçları en ağır olan baskı politikalarındandır. Bu nedenle daha çok darbe, sıkıyönetim ya da OHAL gibi hukukun askıya alındığı dönemlerde karşımıza çıkmaktadır.
Başta 29 Aralık grevi olmak üzere grevlere katıldıkları için 7 Şubat 2016 tarihine kadar, son altı ayda 1390 üyemiz hakkında çeşitli ceza talepleriyle soruşturma açılmıştır. Ancak son bir ayda sadece EĞİTİM SEN üyelerine yönelik greve katıldıkları gerekçesiyle açılan disiplin soruşturmalarının 10 bini aşacağı anlaşılmıştır. Oysa açılan bu soruşturmaların kendisi suçtur, hukuk tanımazlıktır. Çünkü sendikalarının aldığı kararlar doğrultusunda kamu emekçilerinin toplu eylem hakkına sahip oldukları; uluslararası sözleşmelerde, insan hakları sözleşmelerinde, Anayasa’da ve mahkeme kararlarında hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde tanınmıştır. Bu konuda çok sayıda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Danıştay ve idari yargı kararı bulunmaktadır. Bu kararlardan sadece birini hatırlatmak istiyorum: Danıştay 12. Dairesi’nin 20 Aralık 2004 tarihli kararında “sendikal faaliyet kapsamında bir gün göreve gelmemek fiili”nin mazeret olarak kabulü gerektiğine vurgu yapılarak, “… bağlı bulunduğu sendikanın aldığı karar uyarınca bir gün göreve gelmemesi eyleminin sendikal faaliyet kapsamında olduğu” açıkça belirtilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesi kapsamında, sendikal eylem ve etkinlikler nedeniyle verilen cezaların Sözleşmeye aykırı olduğuna dair çok sayıda kararı bulunmaktadır.
En son 28-29 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirdiğimiz iki günlük iş bırakma eylemine katılan sendikalarımız üyeleri hakkında verilen disiplin cezalarının yargı tarafından iptal edildiğini de hatırlatmak isteriz.
Tüm bunlara rağmen her grevimiz sonrası disiplin soruşturmaları açmak, cezalar vermek “sendikal faaliyetleri engelleme” suçu kapsamına girmektedir. Bilmekteyiz ki, anayasa ve insan hakları sözleşmeleri ile güvence altına alınan sendikal faaliyet hakkı Türk Ceza Kanunu ile de korumaya alınmıştır, TCK 118. maddesinde sendikal faaliyetin engellenmesi yasaklanmıştır.
Değerli Katılımcılar,
Altı aylık dönemde açılan soruşturmalar sonucu 4 kişiye kademe ilerlemesi cezası, en az 103 kişiye aylıktan kesme ve idari para cezaları verilmiştir.
En az 29 kişi işten çıkarılmış ya da işten çıkarılması talebiyle ilgili kurumun yüksek disiplin kuruluna sevk edilmiştir. Bu rakama son bir ayda onlarca sendika üyemiz daha eklenmiş olup durum giderek toplu işten çıkarma noktasına varmaya doğru gitmektedir.
İşyerlerinde sendikal ayrımcılık ve sendikal faaliyetlerin engellenmesi ihlallerinde de kaygı verici bir artış yaşanmaktadır. 76 arkadaşımıza yönelik bu türden ihlaller yaşanmış olup en az 56 arkadaşımız ciddi mobbinge maruz kaldıklarını rapor etmişlerdir. Kaldı ki çoğu üyemiz daha fazla mobbinge uğramamak için ihlalleri rapor etmemekte, isminin raporlara yansımasını istememektedir. Daha da vahimi çatışmaların yoğunlaştığı illerde güvenlik güçleri kimi sendika üyelerimize “Niçin KESK’e üyesin, orada ne işin var, senin için iyi olmaz” türünden tehditlerde bulunmuş, gözdağı vermişlerdir. Yine görevde yükselme sınavlarında sendikalarımızın üyeleri yazılı sınavlarda aldıkları yüksek puanlara rağmen mülakatlarda elenerek sırf üyesi olduğu sendika KESK’e bağlı olduğu için cezalandırılmışlardır.
Bu süreçte emekliliğe zorlama yönünde de baskılar geliştiğini görmekteyiz. Hükümet 14 yıllık kadrolaşmasını yetersiz görmüş olmalı ki yeni kadrolaşmanın önünü açmak için açlık sınırı altındaki emekli maaşı yüzünden ömrünün son yıllarını çalışarak harcamak zorunda kalanları da emekli olmaya zorlamaktadır. Bu baskıya maruz kalan en az 403 kişi bildirilmiştir.
Bilindiği üzere aylardır Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan sokağa çıkma yasakları ile karşı karşıyayız. Binlerce kamu emekçisi SMS’lerle görevlerinden uzaklaştırıldığı gibi yüzbinlerce öğrenci de eğitim ve öğrenim hakkından mahrum bırakılmıştır. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı ilçelerde yaralılara müdahale eden 3 sağlık emekçisi ve bir posta dağıtıcısı açılan ateş sonucu yaşamını yitirmiş, evinin balkonunda bulunan bir kişi de şarapnel parçasıyla yaralanmıştır. Hizmet içi eğitim adıyla görev yerlerinden ayrılmak zorunda bırakılanlar gittikleri yerlerde de çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır.
En az 3 vaka ile sendikal materyallerimizin dağıtımı engellenmiş, 259 arkadaşımız demokratik eylem ve etkinlik yapma hakkından mahrum bırakılmıştır.
Vahim durumlardan biri de gözaltı ve tutuklamalarda yaşanan artıştan 102 arkadaşımız da nasibini almıştır. Bu sayıya her gün yenileri eklenmektedir.
Yaygınlık gösteren bir diğer baskı da 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet iddiasıyla açılan davalardır. Son altı ayda en az 56 arkadaşımıza bu kapsamda dava açılmıştır. İlk kez bu dönemde 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet kapsamında ev baskınları yapılmış, üyelerimiz gözaltına alınmıştır.
Değerli Katılımcılar,
Başbakana ve Cumhurbaşkanına hakaret adı altında çığ gibi büyüyen soruşturma ve davalar Ortaçağ’daki engizisyon mahkemeleri sürecini anımsatmaktadır. O dönemde kiliseye ve yerleşik dogmalara karşı gelmek ceza konusu iken bu dönemde Başbakan ve Cumhurbaşkanını eleştirmek ceza konusu olmaktadır. Eşlerin bu konuda birbirini ihbar ettiği, 12-13 yaşında çocukların bu nedenle gözaltına alındığı eşi benzeri olmayan bir dönemden geçiyoruz. Faşizm ve paranoya bir kez daha birbirini besleyerek kartopu gibi büyümeye devam ediyor. Bu altı aylık dönemde 97 arkadaşımıza Cumhurbaşkanına ve Başbakana hakaretten davalar açılmış, kimisine cezalar verilmiştir.
Aynı gidişat sosyal paylaşım üzerinden açılan dava ve soruşturmalar için de geçerlidir. 28 Şubat döneminde Batı Çalışma Grubu bünyesinde internet üzerinde denetim yapacak birimler oluşturulduğu gündeme gelmişti. Anlaşılan AKP de kendi birimlerini oluşturmuş ve sadece sosyal medyanın yasaklanması, kısıtlanması değil aynı zamanda davalar açılması yoluyla düşünce ve ifade özgürlüğünün ruhuna fatiha okunmak istenmektedir Daha da tehlikelisi Hükümet yanlısı kişi ve troller üzerinden çok sayıda sendika üyesi tehdit edilmekte, hedef gösterilmekte, teşhir edilmektedir. Yaşadığı korku nedeniyle işine gidemeyen ya da bir yakını ile gitmek zorunda kalan ve şehri terk eden sendika üyelerimiz olmaktadır.
Değerli Katılımcılar,
İçinden geçtiğimiz sürecin sivil darbe niteliğinde olduğunu gösteren çok sayıda örneklerden biri de17 Şubat 2016 tarih ve 2016/4 sayılı “Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları” konulu Başbakanlık genelgesidir.
Genelge ile 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde olduğu gibi hukuk tümüyle askıya alınmakta, yasama yetkisi başbakanlığa, yargı yetkisi de amirlere devredilmekte, yasalar ve mahkemeler hiçe sayılmaktadır. Başbakanlık açıkça yetki gaspı yapmaktadır.
Anayasaya ve uluslararası hukuka aykırı olduğu açık olan 2016/4 sayılı genelge ile kamuda muhalif kesimlere karşı topyekûn bir tasfiye süreci başlatılmıştır.
Saray’a ve AKP hükümetine muhalefet eden, demokratik haklarını kullanan tüm kamu emekçileri “legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten kişiler” olarak ilan edilmiştir. Kamu emekçileri üzerinde faşizan bir saldırı, cadı avı ve korku dalgası başlatılmak istenmektedir.
Genelge yayınlandıktan sonra birçok ilde el altından “listeler hazırlanıyor, yakında çok sayıda kamu çalışanı işten çıkarılacak” dedikodusu yayılmıştır.
Mart ayının başında MEB Müsteşarı ve MEB Rehberlik ve Denetim Başkanı Atıf Ala’nın katılımıyla Maarif Müfettişleri Başkanları ile rehberlik, denetim, inceleme ve soruşturma konularında değerlendirme toplantısı yapılmıştır. Duyumlara göre bu toplantıda Atıf Ala tarafından müfettişlere Sendikamız Eğitim Sen üyelerine yönelik olarak başlatılan soruşturmalarda mutlaka ceza verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. MEB Rehberlik ve Denetim Başkanlığı’nın 29.12.2015 tarihli, Maarif Müfettişleri Başkanlığının 30.12.2015 tarihli bütün okullara gönderdiği ve sendikal eylemlere katılan sendika üyelerinin isimlerinin istendiği, hatta bu şekilde fişlendiği bir ortamda bu iddiaların ortaya çıkmış olması duyumun gerçek olduğunu düşündürtmektedir. Anlaşılan hükümet 657’de değişikliğe gitmeden bu genelge ile kamu emekçilerinin iş güvencesini, sendikal hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Konfederasyonumuzun; yetki, şekil, sebep, konu ve amaç yönlerinden hukuka ve Anayasaya, uluslararası sözleşmelere, AİHM kararlarına, temel hak ve özgürlüklere aykırı olan, Başbakanlık tarafından yetki gaspı yapılarak yürürlüğe giren genelgesi aleyhine öncelikle yürütmenin durdurulması ve iptali talebiyle Danıştay’da açtığı davanın lehimize sonuçlanacağına inanıyoruz. Ancak buna gerek kalmadan buradan hükümete çağrıda bulunuyoruz, 2016/4 sayılı darbe dönemi ürünü olan Başbakanlık Genelgesini geri çekin ve bağlı olarak hayata geçirilen tüm uygulamaları sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırın!