Bu kitlesel insan hakları ihlalleri, yavaş yavaş BM’de, Avrupa Konseyi’nde Türkiye’yi 90′lı yıllardaki statüsüne geri çevirecek
Şimdi oturup size uzun uzun yeni MİT Yasası’nı anlatabilirim, “George Orwell bile insanların idrar tahlillerini saklayan bir istihbarat örgütü hayal edemezdi” diye yazabilirim. Doğru mu bu doğru. Ama asıl hikâye bu değil.
Size uzun uzun Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın nasıl yanlış uygulandığını, bu devletçi bakış açısının uluslararası hukuku nasıl hiçe saydığını anlatabilirim. Doğru bunlar doğru. Ama bugünün fotoğrafı bu değil.
Ya da şu son haftalarda ortaya çıkan korkunç insan hakları ihlalleri bilançosunu analiz edebilirim. Kırmızılı kadının yüzüne biber gazı sıkılması, Divan Oteli’ne gaz bombası atıp kapıların kapatılması, bunlar dört dörtlük işkence kabul ediliyor insan hakları hukukunda. Daha çok lafım var bu konuda. Ama bu ağır konuları işliyormuş gibi yaparken de yine meseleye ucundan dokunuyor olurdum.
Yine, bu insan hakları bilançosuyla birlikte Türkiye’nin uluslararası camiada yerinin nasıl sarsılacağını anlatabilirdim. Avrupa Parlamentosu’ndan gelen uyarılar büyük tsunamiden önce kulağımıza çalınan küçük bir sestir sadece. Bu kitlesel insan hakları ihlalleri, yavaş yavaş BM’de, Avrupa Konseyi’nde Türkiye’yi 90’lı yıllardaki statüsüne geri çevirecek. Türkiye yeniden AİHM önünde yaygın işkenceyle anılan bir ülke haline gelecek. Doğru mu bunlar, tabii ki doğru ama fotoğrafın odağı bu değil.
Yabancı sermayanin yavaş yavaş Türkiye’den kaçacağı üzerine bir tahlil de yapabilirdim. “Allahtan biz İran, Suudi Arabistan gibi bitmez tükenmez doğal kaynaklara sahip değiliz, dışarıya bağımlıyız, yoksa dört dörtlük despotluklar kurulurdu bu ülkede” gibi afili ve mesaj dolu cümleler de yazabilirdim. Doğru mu bunlar, evet ben böyle görüyorum ama bu da bugünün ana konusu değil.
Bu işlerin küresel etkileri üzerine de bir analiz yapabilirdim. Türkiye’de demokrasiden geriye doğru gidişin, bütün dünyada “Müslüman bir ülkede demokrasi kurulamıyor” diye algılanacağını yazabilirdim. Bu gelişmenin dünya tarihinin akışını değiştirecek bir olay olarak algılanacağını söyleyebilirdim. Ama bu da günün ana konusu değil.
Bugünün ana konusunun hikâyesi ise çok önceden yazılmıştı zaten. Hani şu kralın çıplak olduğu ve etrafındaki saray ahalisinden bir tek kişinin bile, gerçeğin ne olduğunu söyleyemediğini anlatan hikâye.
Benim gözümdeki Türkiye’nin fotoğrafı şudur: Arabanın frenleri patlamış. Kaptan köşkündeki Başbakanımız sinir krizleri geçiriyor ve tam sürat bir felakete doğru gidiyoruz. Ve maalesef, kaptan köşkünün arkasında oturanlar “Daha hızlı sür” diye alkışlıyorlar sadece. Gezi Parkı’nda 31 Mayıs sabahı olayların nasıl başladığını görmesek, haftalardır, Başbakan’ın her defasında gerginliği daha da arttıran konuşmalarını dinlemesek, daha cumartesi akşamı zaten çadırlarını sökme kararı alan insanların nasıl tekrar polis şiddetine maruz kaldığını görmesek, içinde bulunduğumuz bu inanılmaz gergin atmosfer için başka sebepler arardık belki de.
Başından beri, bu meseleyi çözmeyi değil, göstericileri yenmeyi arzu eden bir Başbakan görüyorum ben. Bütün gücünü hiçbir karar ve sözünün sorgulanamamasından alan Başbakanımızın, kendisine yönelen eleştirileri duymamak için gerginliği sürekli olarak tırmandırdığını görüyorum. Ona, “Sen bu işten çok etkilendin, biraz kenarda dur biz çözelim diyemeyen” bir AK Parti görüyorum. AK Parti’de herhangi bir bakanın rahatlıkla çözebileceği ve demokrasimize artı olarak dönecek bir sorunun, Başbakan tarafından bütün ülkenin geleceğini ipotek altına alan bir krize dönüştürülğünü görüyorum. Benim gördüğüm budur.