İstatistik, belirli bir amaç için verilerin toplanması, sınıflandırılması, çözümlenmesi ve sonuçlarının yorumlanması eylemliliğinin adı. Günümüz dünyasında istatistiklerin yorumlanması ve değerlendirilmesi, toplumsal yaşantımızı giderek daha fazla şekillendiren bir unsur haline geldi. Siyasal iktidarların, rıza üretim mekanizmalarından biri bu verileri kendi gerçekliğinden kopartarak, kontrol altına aldığı kitle iletişim araçları eli ile topluma sunmak. Otoriter, baskıcı ve toplumsal denetime kapalı rejimlerde, topluma sunulan ile gerçeklik arasındaki fark giderek açılıyor.
Ancak toplanan verilerin doğrudan doğruya bir hak gaspı mekanizması olarak kullanılması her zaman karşımıza çıkan bir durum değil. Böyle bir durumun kabulleniliyor olması bile başlı başına bir sorun. Sendikal istatistiklerden bahsediyorum.
Hangi sendikanın kaç üyesi olduğunu, sendikalaşma eğilimini, toplusözleşme ve grev uygulamalarını, toplusözleşmelerin etkilerini, sektörel ya da bölgesel bazda ele almak, bunlara dair veriler üretmek son derece önemli.
Ama bu veriler işçilerin bin bir güçlükle örgütlendikleri, işten atılmayı bile göze aldıkları sendikalarının toplusözleşme hakkını belirliyor, bunun için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) bürokratlarının keyfiliği, tercihleri devreye giriyor, bir kalem oynatma ile insanların en temel hak ve özgürlüğü hiç sayılıyorsa, bunu kabul etmek mümkün değil.
Yetki 12 Eylül hukukundan
ÇSGB yetki barajı ile hak gasp etme yetkisini 12 Eylül 1980 askeri darbesinin çalışma hayatını, sendikal hak ve özgürlükleri tahrip etmeye yönelik düzenlemelerinden alıyor. Bu düzenlemelerin en önemlisi, devlete dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı kadar işçi-işveren ilişkisine müdahale etme olanağını veren sendikal barajlar mevzusudur.12 Eylül hukuku, işçilerin haklarını, işveren karşısında savunabilmesinin en önemli aracı olan grev hakkını, toplusözleşme süreci ile sınırlandırırken diğer grev biçimlerini kanundışı ilan etti. Ardından toplusözleşme yetkisi için barajlar koydu. Toplusözleşme yapabilecek sendikalar, üye sayısı ve sektördeki işçi sayısı üzerinden ÇSGB tarafından belirlenmeye başlandı. AKP hükümeti askeri cuntanın getirdiği bu anti-demokratik yetki meselesini büyük bir coşku ile himayesine aldı. 7 Kasım 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu bu fikri zemin üzerine kuruldu.
Yasanın sonucu toplusözleşme hakkının fiili olarak gaspıdır. 2018 yılından itibaren kayıtlı işçilerin yaklaşık yarısı, sendikalaşsa da toplusözleşme (TİS) yapabilecek sendika bulamayacak bir duruma gelecektir.12 Eylül rejimi bile buna cesaret edememişti.
Sendikalar nerede?
Gezi direnişi ile birlikte, Genel Grev talepleri ayyuka çıktı. Herkes bir anda sendikalara dikkat kesildi. “Bu sendikalar nerede ?” sorusu, sendikalara karşı yükselen bir tepki haline geldi. Sendikanın, işçilerin (kendilerinin), birlik ve dayanışma örgütleri olduğunun bilincinde olmayan, işyerinde işverenlerinin karşısında işsizlik korkusu ile boyun eğmekten başka çare bulamayan, işten atılan arkadaşlarının değil arkasında durmak, arkasından bakmaya bile cesaret edemeyen, işyerinde dayanışmayı değil rekabeti esas alan bir kitlenin gözlerinin bir anda sendikaları araması güzel. Ancak sorun insanların % 60’ının ücretli olarak çalışma hayatına katıldığı (en geniş anlamı ile işçi olduğu) bir ülkede sendikaların dışsal bir olgu olarak ele alınması. Sendikalar sanki kendi dışlarında bir yerde süper kahraman olarak bekliyorlar. Hâlbuki birliğin ve dayanışmanın, haklar temelinde mücadeleye evrildiği her yer gerçek bir sendikal örgütlenmenin zeminidir.
O zeminin altı, işçilerin birlik ve dayanışma algısını parçalayan yeni üretim organizasyonlarıyla, işletme ve insan kaynakları stratejileri ile bugüne kadar oyuldu. Yasalar sendikaların elini kolunu bağlarken, sendikal hareket kendisini yasal kalıplara hapsetti. Sendikal örgütlenme hızla geriledi. Sendikalı olmak istisna haline geldi. Sendikalar sermaye ve devlet güdümlü uysal yapılar haline getirilmeye, işçilerden koparılmaya çalışıldı. Büyük oranda da başarılı olundu.
Sonuç olarak, 1980 yılı öncesinde kayıtlı işçilerin yaklaşık yarısı sendikalı iken bu oran 1980’li yıllarda % 20’lere, 1990’lı yıllarda % 10’lara, 2000’li yıllarda tek haneli oranlara geriledi. Yeni yasa ise noter şartını kaldırarak (Kasım 2013’te yürürlüğe girecek) sendikalı olmayı kolaylaştırırken, toplusözleşme hakkını, grev yapmayı imkansız hale getirdi. Yani dünya sahnesine işçi sınıfının örgütlü iradesi olarak çıkan, sömürüyü sınırlandırma ve ortadan kaldırma mücadelesinin aracı olan sendikalar hobi olarak üye olunan kurumlar olarak yeniden yapılandırılıyor. Hesap sendikalı işçi sayısını (bir demokrasi göstergesi olarak) artırırken, sendikaları işlevsiz hobi kulübü haline getirmek. Ancak evdeki hesabın çarşıya uymayacağı şimdiden, örgütsüz işçi kitlelerinde başlayan hareketlenmelerle belli.
1999-2012 yılları arasında emeğin milli gelirden aldığı payın % 52’den % 30’a gerilemesi ile TİS yapan işçi sayısının aynı dönemde % 11’den % 5,5’e gerilemesi arasında bir ilişkinin var olduğu açık. Bu tablo işçi sınıfı için bıçağın kemiğe dayandığını gösteriyor. Haziran ayaklanması bunu bir göstergesi olsa da, işçi sınıfının özellikle mavi yakalı kesimlerinin fabrikada zor tutulduğunu söylemek mümkün.
F.Serkan Öngel (Birgün)
fsongel@gmail.com