Sendikamız 7.Olağan Genel Kurulu 30-31 Mayıs 2015 tarihlerinde Ankara’da yapıldı. Genel Kurulumuz gündem kapsamında divanın oluşturulmasının ardından saygı duruşu ile başladı. Genel Başkanımız Nazım KARAKURT tarafından açılış konuşmasının yapılmasının yapıldı. Ardından Genel Kurulumuza katılan Konfederasyonumuz Eş Başkanı Lami ÖZGEN ve Eğitim Sen MYK üyesi Elif ÇUHADAR tarafından konuşmalar yapıldı.
Gündem kapsamında Yönetim, Mali Rapor ve Denetleme Kurulu raporlarının okunması, görüşülmesi ve aklanmasının ardından tahmini bütçe okunarak kabul edildi. Ardından tüzük değişiklikleri gündemine geçildi. Tüzük değişikliği maddesi kapsamında yapılan önermeler üzerine delegeler tarafından görüş ve değerlendirmeler yapıldı. Tüzük değişikliği maddelerinin görüşülmesinin ardından ikinci güne bırakılan Genel Kurulumuzda seçimler yapıldı.
Genel Başkanımız tarafından yapılan konuşma aşağıdadır.
Değerli dostlar
Siyasi partilerimizin değerli temsilcileri,
Konfederasyonumuzun ve sendikalarımızın değerli başkanları, yönetim kurulu üyeleri,
Demiryollarında ve hava meydanlarında örgütlü derneklerimizin değerli yöneticileri,
Değerli Mücadele arkadaşlarım,
Hepinizin Birleşik Taşımacılık Çalışanları sendikası adına saygı ile selamlıyorum.
Genel Kurulumuza Hoş geldiniz onur verdiniz.
Bu genel kurulumuzun işkolumuzda, ülkemizde ve dünyada emekten yana barıştan yana bir yaşama hizmet etmesi dileğiyle hepinize saygılar sunuyorum.
Bursa da, Ankara’da Kocelinde, Eskişehir de otomotiv işçilerinin işverene, hükümete ve onların ayaklarına pranga vuran kontra sendikaya karşı ortaya koydukları onurlu direnişi buradan selamlıyorum.
Gezi de, Roboski de ve Işıdzülmüne karşı demokratik tepkilerini koyma esnasında yaşamlarını yitirenleri saygıyla anıyorum
Değerli dostlar,
Değerli Mücadele Arkadaşlarım,
Her genel kurul aynı zamanda emekçilerinin işkolunda, ülkede ve dünyada meydana gelen gelişmeleri değerlendirdiği ve bunun üzerine geleceği inşa etmeye çalıştığı en önemli fırsatlardan biridir. Bizim açımızdan aynı zamanda kendimizi formatladığımız, eksikliklerimizi ve yetmezliklerimizi görüp bunları gidermek için çözümler üretmeye çalıştığımız bir süreç ve hepimizin birbirimize katkı sunduğu bir atölye çalışması, bir eğitimdir. Kendimizi yeniden örgütlediğimiz bir örgütlenme çalışmasıdır.
Bu anlamda 7.Olağan Genel Kurulumuz aynı zamanda hepimiz için bir fırsat, eksikliklerimiz ve yetmezliklerimizden arındığımız bir eleştiri ve özeleştiri sürecidir.
Değerli dostlar,
Genel Kurulumuzun yukarıda değindiğimiz bu amaca hizmet edebilmesi için dünyada, ülkemizde ve işkolumuzda yaşanan gelişmeleri değerlendirmek bizler için hayatı bir önem taşıyor.
Yaşadığımız yeşil gezegenin her gün renklerinin solduğu, ormanlarının azaldığı, derelerin kurutulduğu, canlı türlerinin her geçen gün azaldığı, nükleer sızıntıların tüm insanlığı tehdit ettiği, daha iyi bir yaşam için binlerce kaçak göçmenin cesetlerinin ölü balıklar gibi her gün kıyılara vurduğu, her yerin fabrikaya ve atölyeye dönüşmesine rağmen milyarlarca insanın işsiz olduğu, tıbbın ve ilaç sanayinin zirve yaptığı ama insanların önemli bir bölümünün halen daha sağlıksız koşullarda yaşamanın yitirdiği, gıda üretiminde rekoltelerin kırıldığı ama halen daha yoksulluktan ve açlıktan insanların yaşamını yitirdiği bir dünya, bir uygarlık fotoğrafı karşımızda duruyor.
Bu fotoğraf kapitalist modernitenin fotoğrafıdır. Kapitalist modernite dediğimiz bu uygarlık sisteminin ne yazık ki mevcut haliyle insanlığın sorunlarına çözüm üretemediği gibi, bu sorunların yegane kaynağıdır. Çözüm değil sorunun kendisidir. “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünün ispatıdır.
Bu sistemin böyle gitmeyeceğini sadece bizler söylemiyoruz. Bu sistemin en önemli merkezlerin kriz dönemlerinde uyguladıkları politikalarda bize gösteriyor. ABD’nin en son krizde şirketleri ve bankaları kurtarmak için uyguladığı ekonomik programlar bunun göstergesi ve başka bir dünya arayışının da ifadesidir.
Bu sistemin krizlerden beslenen karakteri, sermaye için zenginlik ve refah üretirken, işçi sınıfı ve emekçiler için sömürü, yoksulluk, işsizlik, açlık ve ölüm üretiyor. Bunu toplumsal hafızamızdan biliyoruz. Bildiğimiz bir şey daha var. O oda bu sistemin merkezinde bile emekçilerin, sistem karşıtlarının insan onuruna yakışır bir gelecek mücadelesinin her geçen gün daha da örgütlü bir yapıya dönüşerek güçlendiğidir.
Bu sitem 20 yy. da olduğu gibi 21 yy. da daha fazla kâr hırsıyla dünya kaynaklarını hızla tüketiyor, pazar ekonomisinin hâkimiyeti için kural tanımıyor, bölgesel ve küresel çatışmalar, savaşlar çıkarıyor.
Kar için insanları birbirine kırdırmakla kalmıyor aynı zamanda doğayı da tahrip ediyor. İnsanın doğal yaşam alanlarını da kalkınma adı altında yok ediyor, geri dönüşümü imkânsız çevre felaketlerini günlük yaşamın bir parçası haline getiriyor. Neden olduğu iklim değişiklikleriyle dünyanın dengesini bozuyor. Bu iklim değişikliğinde etkilenen Hindistan da aşırı sıcaklar nedeniyle bu hafta içinde 800 den fazla insanın ölümü bizleri nasıl bir geleceğin beklediğinin ipuçlarını veriyor.
Özellikle 1977 krizi sonrası kendini neo liberaliz olarak yeniden yapılandıran bu sistem, küresel bir niteliğe kavuşmuştur. İşçi ve iş niteliğini değiştirerek dünyayı sermayeden yana küresel bir köy haline getirmiştir.
Neo liberal politikalarla mücadele edemeyen sendikaların küresel baz da güç yitirmesiyle yaşanan sendikal kriz, emekçilerin üzerindeki sömürüyü daha da artırarak küreselleştirmiştir. Gelişen emek hareketleri de tepkisel olmaktan öteye geçememiştir. Küreselleşememiştir.
Değişen Dünya, Ortadoğu ve Türkiye
Değerli Dostlar
Küresel kapitalizmin egemen olduğu günümüzde, aynı zamanda dünya tarihinde en fazla ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel değişimlerin ve depremlerin yaşandığı bir süreci yaşıyoruz. Bu değişim ve depremlerin merkez üslerin biri insanlığın beşiği Ortadoğu’dur. Ortadoğu’yu merkezi bu gelişmelerden, en az Ortadoğu ülkeleri kadar ülkemizde etkilemektedir. Küreselleşme ile artık dünyanın herhangi bir noktasında meydana gelen bir değişim, kelebek etkisiyle tüm insanlığı etkilemektedir. Sorunlar bireysel, ülkesel ve bölgesel nitelikleriyle birlikte aynı zamanda küresel nitelikte taşıyor. Yurttaşlık ise yerini küresel ağdaşlığa bırakıyor. Bu nedenledir ki Dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir toplumsal hareket, başka bir yerde toplumsal hareketlere neden olabiliyor. Gelişen bilişim ağları bizlerin Gezi sürecinde “anlayamadığımız” yeni bir kuşağında yetiştiğini bizlere gösterdi. Gezi olaylarında olduğu gibi geleceğin dünyasında bu ağdaşnesile şekillenmesi muhtemeldir.
Değerli dostlar,
Bir yandan kapitalizmin yaşadığı krizler, bir yandan 40 yıla yakındır devam eden sendikal krizlerle yaşıyoruz. Bu yarım asra yakın uzun süre bize gösterdi ki sendikal krizler aşılmadan kapitalizmin krizlerini emekten yana evirmek oldukça güçtür. En son 2008 dünya ekonomik krizinin ardında altı yıl geçmesine rağmen sendikal kriz aşılamadığından bu kriz “başka bir dünya” özlemimize everilmedi. Bu krizinde faturasına katlanmak durumunda kaldık. AB genelinde işçi ve emekçilerin kazanımları “krize karşı mücadele” adı altında ellerinden alındı. Yunanistan, Kıbrıs, Portekiz, İrlanda, İspanya gibi kriz mağduru ülkeler 2010’dan itibaren kendi bütçeleri üzerindeki söz haklarından feragat etti. Troyka’nın ekonomik denetimine girdi. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sağlık alanında temel hizmetlerin sınırlanması, işten atmaların kolaylaştırılması gibi emek karşıtı politikalar AB ülkelerinde temel politikalar haline geldi. Avrupa işçi sınıfının bir bütün olarak iki yüzyıllık bir mücadele sonucu elde ettiği kazanımlar geriye gitti. Sendikal hareketler iyice güç kaybetti.
Bu sonuç, sol bir siyaset ve ekonomik bir programı önceleyen çalışmaların yeniden yapılmasını gündeme getirdi. 19 yy.ve 20 yy. kalıplarını aşan, bu yeni solun en önemli özelliği emek ve sınıf ekseninde çevre duyarlığı, kadın hareketleri, gençlik ve çok kültürlülüğe açık yeni bir gelecek siyasetidir.
Avrupa dışında Latin Amerika’da darbe enkazları altında yeşeren sol hareketler bu gün kıtasal bir nitelik kazanarak bütün dünyada yeni sol siyasetin yeni merkezi ve umudu oldu. Avrupa ve Latin Amerika dışında ise özellikle Ortadoğu’da boy veren Rojava devrimi en zor koşullarda bile başka bir dünyanın mümkün olduğunu bizlere gösterdi.BuradanRojava devrimini selamlıyorum… Rojava devriminin kalbi Kobanê direnişini ve bu direnişte devrimci dayanışmada canlarını feda eden Paramazları, Arinleri ve tüm devrim şehitlerini saygı ile anıyorum.
Ortadoğu ve Suriye
Değerli dostlar,
Ortadoğu, her zaman egemen güçlerin üzerinde hesap yaptığı bir bölge oldu. Bu özelliği 21 yy.da da sürüyor. Arap baharıyla birlikte genelde Ortadoğu’da özelde ise Suriye’de üzerinde bu egemen güçler bu günde karşı karşıya gelmiştir. Bir yanda Rusya Çin ve Iran, diğer yanda ise ABD, AB, Suudi Arabistan ve Türkiye bu topraklarda evvela Irak şimdi de Suriye halklarını karşı karşıya getirerek kendi stratejilerine göre savaştırıyor. Bu savaş sonucu yüzbinlerce sivil Suriyeli’nin ölmesine ve Milyonlarca insanın mülteci durumuna düşürüldüğüdür.
IŞID olarak kendini ifade barbar çetelere ve oluşumlara başını ABD’nin çektiği blok tarafında her türlü destek sağlandı. Bu gücün Suriye sınırlarına aşıp Ortadoğu’da bir güç haline gelmesi teşvik edildi. Bu teşvikler sonucu Ortadoğu’da mezhepler üzerinde halklar karşı karşıya getirildi. Fikirsel alt yapısı ABD, Finansı Suudi Arabistan ve Katar, lojistik desteği Türkiye tarafından sağlanan IŞID, selefiler dışında hiçbir inanç ve halkı tanımayarak başta Yezidiler olmak üzere, Türkmenlere, Hıristiyanlara, Alevilere, Asurilere ve Şiilere katliamlar uyguladı. Esir ettiği kadınlar için köle pazarları kurdu.
Bölgesel gücünü artıran İran ise bölgenin en aktif aktörü haline geldi. ABD ve AB ile yaşadığı nükleer çalışmalar krizini müzakerelerle aşmayı tercih ederek Ortadoğu’nun liderliğine soyundu. Bununla birlikte etkinliğini mezhepler üzerinden Arap yarımadasına kaydırdı. Rusya, Çin ve Latin Amerika ülkeleri ile yaptığı ittifaklar ile de küresel aktör olma yolunda mesafe kat etti. Petrol ihracını altın ile yaparak da ekonomisini doların hegemonyasından kurtardı.
Değerli dostlar,
ABD ittifakın Suriye’de istediği amaca ulaşmaması karşısında, Rusya ve ittifaklarını zor duruma düşürme hamleleri başka coğrafyalarda yaşama geçirdi. Bu coğrafyalardan biri Venezüella diğer ise Ukrayna oldu. Diğer yandan Petrol fiyatlarında da dalgalanma yaratarak ekonomisi petrol ihracatına dayanan” Rusya, İran ve Venezuela’yı zor duruma sokma hamlesi yaptı. Özetle başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın her tarafında adı konulmamış III. Dünya Savaşı farklı araçlarla açılan cephe çatışmalarıyla artarak devam ediyor. Milyonlarca insanın hayatını kaybediyor. Mülteci oluyor.Bupaylaşım savaşı devam ederken ülkemizde bu savaşın tarafı yapılıyor. İslami sosa batırılmış neo liberal politikaların uygulayıcısı AKP iktidarı demokrasiyi rafa kaldırarak adım adım ülkeyi felakete götürüyor
Dünyada Bağını Koparan Türkiye ve Sorunları
Türkiye’nin Demokrasi Sorunu
Değerli dostlar,
Bu topraklarda demokrasi mücadelesinin yaklaşık 150 yıllık bir geçmişi vardır. Ancak demokratikleşme konusunda gelinen nokta ne yazık ki 150 yıllık geçmişin birikimlerini geliştirmek bir yana yok saymak, yok etmek noktasındadır. Bunda bugüne kadarki siyasal iktidarların sorumluluğu vardır.
En son 12 Eylül faşist darbesiyle oluşturulan siyasi ve toplumsal rejim ne yazık ki bugün bile etkisini ve kurumsallığını sürdürüyor. 12 Eylül rejimi, başta siyasi partiler yasası olmak üzere demokratikleşme önüne en büyük engelleri koyarak kendini yaşatıyor. Bu rejimin hukukuyla gelen siyasi iktidarlarda bu hukuka sıkı sıkı sarılıyor. Kendini var ediyor. Bunun son örneği 13 yıldır süren AKP iktidarıdır.
AKP İktidarı bu rejimi kaldırıp demokratik kurumları güçlendirmek yerine “Evren” gibi tek adam rejimini tercih etmiştir. 12 Eylül rejimini güçlendirmiş, gelinen aşamada Türkiye’yi dünyadan tecrit edilmiş ülke haline getirmiştir. Uluslararası hukukun ve evrensel değerlerin yok sayıldığı, umursanmadığı, bir tür “ben yaptım olduculuk” hâkim kılınmaya başlanmıştır. Her türlü darbe koşullarında bile ülkemiz insanının büyük bedeller ödeyerek elde ettiği demokratik kazanımları ortadan kaldırma yönündeki adımlarını sıklaştırarak burjuva demokrasisinin bile asgari müşterekleri olan bağımsız yargı, basın, yasama ve yürütme organlarını fiilen işlemez hale getirmiştir. “Türk usulü başkanlık sistemi” olarak tarif edilen yeni bir diktatörlük sistemi cumhurbaşkanlığı seçimleri ile fiili olarak uygulanmaya koymuştur.
AKP iktidarı, önceki seçimlerde topluma vaat ettiği demokratik adımları atmak bir yana, var olan demokratik kazanımlar ve kurumları da işlemez hale getirdi. Demokratik rejimlerde 4. Kuvvet olarak kabul gören basının üzerine her türlü baskı ve yıldırma politikası uygulayarak, bağımsız ve muhalif medyayı bertaraf etmeye çalışıyor. Düşünce, ifade özgürlüğü ve onun kanalları ortadan kaldırıyor. Gazeteciler tutuklanıyor ve İşten atılıyor. Basın üzerindeki baskılara kamusal alan daraltıyor, farklı toplumsal kesimlerin sesinin kamuoyuna yansıması engelliyor.
Demokrasinin en önemli unsuru sayılan seçimleri, 12 Eylül rejimin koyduğu yüksek barajlara sarılarak seçme ve seçilme hakkını fiili olarak ortadan kaldırıyor. Milyonların iradesinin yok sayılarak oluşan bir yasama organı “milletin iradesi” olarak sunulmaya çalışılıyor.
Demokrasinin teminatlarından biri olan “bağımsız yargı” ise bu dönemde daha da çürümüş, tarafsızlığını yitirmiş ve verdiği kararlarla sürekli tartışma konusu olmuştur. AKP ile cemaat arasında sallanıp duran bir sarkaç haline gelmiştir. Yargı organları, hükümet yargısı, paralel yargı vb. adlarla tanımlanmaya başlanmış, yargı, adeta rejim içine çöreklenen odakların mücadele alanına dönüşmüştür. Hukukun üstünlüğü ilkesi ise yerini tam anlamıyla AKP’nin ve cemaatin üstünlüğü hukukuna bırakmıştır. Geçmişte de verdiği taraflı siyasi kararlarıyla tartışılan yargı, bugün gelinen aşama yapılan müdahaleler ile saygınlığı ve itibarini tamamen yitirmiştir.
Yukarıda değindiğimiz demokrasinin en temel bu dört kurumunun yaralı ve işlevini yerine getirmediği bir ülkede elbette ki demokrasiden bahsedilemez. Türkiye’nin evrensel demokratik değerlerden uzaklaşması kriz getirmiş, toplumsal muhalefet ve demokrasi üzerinde de baskıların artmasına neden olmuştur. Demokrasi mücadele vermek oldukça riskli ve zor bir hal almıştır. bütün bunlar Türkiye siyasi tarihinin en büyük demokrasi krizlerinden birini ortaya çıkarmıştır.
AKP’nin bu krizi aşmak için, düşmanlaştırma, ötekileştirme, yok etme yaklaşımı uygulamaya koyduğu politikaların temelini oluşturmuştur. AKP yarattığı demokrasi krizinde bu araçları uygulamaya sokarak bir yanda çözüm sürecinin yarattığı barış ortamını her türlü derin uygulamalarıyla ortadan kaldırmaya çalışarak, diğer yanda ise toplumsal muhalefet ve demokrasi güçlerine karşı her türlü orantısız şiddeti kullanmaktadır.
Bu politikalar ile emekçileri, farklı inanç gruplarını ve Kürt halkını tam bir cendereye alarak, toplumsal gerginlikleri artırarak, çatışmalara zemin hazırlamaktadır.
Yıllardır sürdürülen mezhepçi dış politika ve bu politikaya uygun olarak atılan her adım Türkiye’yi hızla bataklığa sürüklemeye devam etmektedir. Esad rejimi zora sokmak için ülkemize davet ettiği savaş mağdurlarının sayısının bir anda planların çok çok üstüne çıkması, bu silahın ülkemizin istikrarını tehdit eder hale getirmiştir. Savaş mağdurları için gerekli önlemlerin alınmaması nedeniyle milyonlarca sığınmacı ülkemiz sokaklarında dilenci durumuna düşürülmüş, her türlü ırkçı saldırının ve linç girişiminin hedefi haline getirmiştir. Aynı zamanda ucuz iş gücü olarak sermayenin insafına bırakmıştır.
AKP iktidarının Suriye politikasının çökmesine paralel olarak, El Kaide, El Nusra, IŞİD gibi ırkçı, mezhepçi ve silahlı çeteler AKP tarafından siyasi ve ekonomik olarak desteklenmeye devam ediyor. Ortadoğu’yu sürekli kaynayan bir kazan haline getiren bu durumdan en büyük zararı Ortadoğu halkları görüyor.
Bu bağlamda IŞİD’inKobanê’ye yönelik saldırıları Türkiye’de ve tüm dünyada kitlesel tepkilere neden olmuş, siyasi iktidarın, halkın demokratik tepkisine uyguladığı şiddet ve demokratik yönetim anlayışına karşı yürütülen savaşın merkez üssünün Türkiye olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Kobanê’de yaşanan insanlık dramı ve yaşanan katliamlara karşı gösterilen demokratik tepkiler, iktidar ve derin güçleri tarafından engellenmeye ve antidemokratik yöntemlerle yok edilmeye çalışılmıştır. Ekim ayı başında ülke çapında yapılan IŞİD protestolarına yönelik devlet şiddeti ile AKP iktidarının bütün dünya tarafından bilinen IŞİD sempatisi bir kez daha tescillenmiştir.
Değerli dostlar,
Her şeye rağmen Ortaçağ karanlığını temsil eden IŞİD çetelerinin insanlığın evrensel değerlerini savunan Kobanê ’deki yaşam biçimine karşı başlattığı ağır saldırı tüm dünyaya örnek bir direniş kültürünü ortaya çıkarmıştır. Kobanê’de laik, demokratik, eşit ve özgür yaşam savunucuları tarafından gösterilen destansı direnişle kuşatma yarılmış, IŞİD çetelerinin saldırısı püskürtülmüştür.
Bu direnişi Suriye ve Irak’ta sürdürülen emperyalist politikaları ve AKP’nin hesap ve hayallerini alt üst etmiştir. Bölgedeki farklı etnik, dinsel, mezhepsel topluluklar arasında tarihten gelen kutuplaşmaların demokratik ulus ekseninde bir birliğe dönüşebileceğini göstermiştir. Bölgedeki bütün halklar için yeni bir gelecek, farklı bir dünya umudu yaratmış, dayanışma duygularını güçlendirmiştir.
Kobanê, emekçiler açısından, sınıfsız sömürüsüz bir dünya hayalimizin, gelecek tahayyülümüzün çok önemli bir nüvesi olmuştur.
Kobanê de görülen sadece vahşi IŞİD saldırılarını durdurmak ve halkların bu vahşetten kurtulması demek değil Ortadoğu’da ve ülkemizde gelecek umudumuzun korunması ve yaşamasıdır da aynı zamanda.
Kürt Sorunu ve Çözüm Süreci
Değerli Dostlar,
Yıllardır Türkiye’de sürdürülen baskıcı-otoriter ve farklılıkları görmezden gelen devlet anlayışı, Kürt halkının en demokratik haklarını yok saymıştır. Bunun bir sonucu olarak son 30 yılda binlerce insanımızın canına mal olan çatışmalar halklar arasındaki mesafeyi de açmıştır. Kürt sorunu, sosyal ve toplumsal boyutlarıyla pek çok başka soruna da kaynaklık etmiştir.
KESK Bütünlüğünde sendikamız da 23 yıllık mücadelesinde halkların kardeşçe, eşit, özgür bir arada yaşamı için Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü savunmuş, bunun bedellerini de en ağır şekilde ödemiştir. Bugün de halkların ortaya koyduğu barış iradesine sahip çıkarak, bu iradenin güçlendiği toplumsal uzlaşma zemininde inşa edilecek barışçıl demokratik bir çözümün yaratılması için çaba harcıyoruz. Barış koşulları bu kadar olgunlaşmışken bugün AKP’nin, bir yandan “barış ve müzakere” derken, bir yandan da hala şiddet ve savaş dilini kullanmakta ısrar ediyor. Özlediğimiz barışı engellemeye çalışıyor.
Bizler iyi biliyoruz ki, barış sürecinde Türkiye halklarının özgürlüğüne, eşit, özgür ve demokratik bir ülkede gönüllü bir arada yaşamına doğru gidecek yol, ülkenin tüm demokratik ve özgürlükçü güçleriyle birlikte KESK’in de mücadelesinden geçmektedir.
Yıllardır akan kanın durması ve bir arada yaşam zeminlerinin güçlenmesi için mücadele yürüten emek ve demokrasi güçlerinin şimdi inisiyatif almasının zamanıdır. Barışı toplumsal zeminlerde aşağıdan inşa etmesinin zamanıdır. Bizler bu anlamda tarihsel birikime sahibiz. Bu birikimimizle hem barış, hem de özgürlük mücadelesinde katkı sunacak en büyük özneleriz. Bizler biliyoruz ki barış ikliminin sağlanması, hem diğer toplumsal sorunların tartışılmasını hem de sınıf mücadelesini yükseltecek demokrasiyi mücadelesini rayına sokacaktır. Bu anlamda barışın en büyük kazanı hiç kuşkusuz biz emekçiler olacağız.
Bizim tarihimiz , faşizmin, emperyalizmin, savaşın, baskının ve emek sömürüsünün kurulu düzenine ve bu düzenin yürütücüleri siyasal iktidarlara karşı sürdürülen kararlı bir mücadelenin tarihidir. Ağır bedeller ödeyerek sürdürdüğümüz emek, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve barış için mücadele tarihidir.
Bu tarihimiz ve yarattığımız değerlere sahip çıkacağız, emperyalizmin yeni yönelimlerine uygun olarak AKP eliyle inşa edilen neoliberal, dini muhafazakar, ırkçı ve otoriter bir düzene karşı Türkiye halklarının eşit ve özgür bir şekilde barış içerisinde bir arada yaşayacağı demokratik bir Türkiye’nin inşası mücadelesindeki yerimizi bırakmayacağız. İnadına barış, inadına barış, inadına barış demekten vaz geçmeyeceğiz.
“Kamu Yararı İçin İç Güvenlik” Adı Altında Faşizm Körükleniyor!
Dünyadaki faşist ve baskıcı yönetimlerin iktidarda kalma uğruna sık sık güvenlik yasalarına başvurduğu bir gerçektir. Bu gün AKP aynı uygulamayı devreye sokmuştur. Demokratik tepkileri ortaya koyan halka ve demokrasi güçlerine karşı güvenlik yasalarını mecliste geçirmiştir.
Halka ve demokrasi güçlerini bu yasalarla sindirmeye çalışırken, diğer yandan yolsuzluk soruşturmalarının üzerini kapatıyor, Gezi direnişinde yaşamını yitiren gençlerin katillerinin koruyor, yargısız infazlar gerçekleştiriyor, polis şiddetinin artırıyor. Bunları meşrulaştırmak içinde Faşist rejimlere özgü İç Güvenlik Yasasını hayata geçiriyor. Özü itibariyle bu yasa AKP iktidarını koruma ve kollama yasasıdır. 12 Eylül cunta anayasasından bile geridir. OHAL ve sıkıyönetim uygulamalarının olağanlaştırılarak ve süreklileştirilmesidir.
Bu yasa günlük yaşamdan, sendikal-siyasal mücadele alanlarına kadar bütün alanlarda en temel hak ve özgürlükleri, sendikal hakları, toplantı ve gösteri yürüyüşlerini sınırlıyor, eşitlik, özgürlük ve barış mücadelesi yürütenleri “makul şüphe” garabetine sığınarak adeta tırpanla biçmeyi hedefliyor.
Sendikal Haklar Yeni “Projeler” ve Torba Yasalarla Tehdit Ediliyor
Bu gün Türkiye’de sendikal mücadele, daha geniş anlamıyla emek mücadelesine yönelik saldırlar artarak devam ediyor. Yasalar kazanımları ortadan kaldırılıyor. Grevler bakanlar kurul kararıyla yasaklanıyor. Metal Grevinin yasaklanması örneğinde olduğu gibi Hükümet ve patronların hayallerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Çalışma yaşamını Çin koşullarına uydurmaya çalışıyor. Torba Yasalarla bu saldırılarını sürdürüyor.
Diğer yandan biz kamu emekçilerinin iş güvencesini de ortadan kaldırmak için KESK ve bağlı sendikalarımızı etkisizleştirmeye çalışıyor. Yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalarla bu hedefini gerçekleştirmeye çalışıyor. Verimlilik- esnek çalışma ve performans değerlendirme sistemlerini hayata geçiriyor. Kamu da güvencesiz, örgütsüz, esnek, performansı temel alan istihdamın hâkim kılmaya çalışıyor. “Esnek Çalışma Projesi” ile çalışma saatleri ve iş güvencesinin unsurlarını esnetiyor. “İş Sağlığı Ve Güvenliği Kanunu ve Bazı Kanun ile özelleştirme ve taşeronlaşmayı teşvik ediyor. Esnek çalışma, sendikasızlaştırmayı yaygınlaştırıyor.
Bu düzenlemelerle sözde çalışanların sağlığına ve güvenliğine ilişkin önlemlerin artırılması hedeflendiği iddia ediyor. Tasarı ile esnek çalışma, uzaktan çalışma yasalaşırken, sanayi dışı işlerde gece çalışmasında 7,5 saat sınırını kaldırılıyor. Koruyucu malzeme kullanımı işçilerin kıdem tazminatı verilmeden işten atılmasını olanaklı kılıyor. Bunlar olurken bu gün Soma katliamın olduğu gibi bir günde 300 den fazla işçinin yaşamını yitirdiği iş cinayetleri yaşanıyor
Bu iş cinayetleri “fıtrat” ile açıklanıyor. Hükümet yaptığı yasal düzenlemeler iş cinayetlerini yandaşlarına rant kapısı haline getiriyor. İşçi ölümleri üzerinde sermaye transferi gerçekleştiriliyor. Devletin yapacağı denetimleri özel sektöre havale ederek sorumluluktan kaçıyor.
Yolsuzluk, Soygun Ve Yağma Düzeni Sürüyor
Değerli Dostlar,
13 yıldır tek başına iktidar olan AKP, bizim bildiğimiz ama halkın göremediği yolsuzluk, yağma ve rant çarkları artık kamufule edilemiyor.. 17-25 Aralık operasyonların da ise bu çarklar tamamen deşifre oldu. Yolsuzluğun ve yüzsüzlüğün boyutlarını bizleri bile hayrete düşürdü. Aralarında Bakan çocuklarının, banka genel müdürlerinin, AKP’li belediyelerin ve iş adamlarının olduğu yolsuzluk ve rüşvet çetelerinin faaliyetleri ve siyasi iktidarla ilişkileri birer birer ortaya çıktı. Kamuoyu vicdanında mahkûm oldu. Buna rağmen, yolsuzluk ve hırsızlık yapanlar iktidarın çabası ile aklandı. Dosyaya bakmakla yeni görevlendirilen savcıların, “takipsizlik” kararıyla soruşturma ortadan kaldırıldı. Ayakkabı kutusu ve kasalar dolusu paralar faiziyle birlikte “sahiplerine” iade edildi. “Şüpheliler” de hükümete yönelik “darbe” mağduru gibi kamuoyuna sunuldu. Gerçekler ters yüz edildi. Yolsuzluk yaptığı iddia edilenler, yargı ve parlamento eliyle ödüllendirildi. “hırsıza hırsız” demek resmen suç haline getirildi. Yolsuzluk ve rüşvet suçlularının ortaya çıkarılmasına yönelik yargı yolu kapatıldı.
AKP’nin “Yeni” Türkiye’sinde Emeğin Adı Yok!
Değerli Dostlar,
Yolsuzluk konusunda ustalaşan AKP iktidarı aynı hüneri emekçiler olunca ne yazık ki göstermiyor. İktidar temsilcileri ve medyadaki sözcüleri her ağızlarını açtıklarında “Eski Türkiye” ile “Yeni Türkiye” kıyaslaması yapıyor, Kendi dönemlerinde ekonominin uçuşa geçtiğini, milli gelirin iki katına çıktığını, kendi dönemlerinde halkın zenginleştiğini iddia ediyorlar. Oysa işçilerin, emekçilerin, yoksullaştırılmış geniş halk kesimlerinin içinde bulunduğu gerçeklik bunu yalanlıyor.
Bu gün açlık sınırının 1.350 TL, yoksulluk 4.100 TL’ye dayandığı koşullarda milyonlarca çalışan 949 TL, asgari ücret mahkûmudur. 9 milyonu bulan SSK ve BAĞKUR emeklisi de benzer şekilde sefalet ücretiyle yaşamaktadır. Bununla birlikte vergi yükü de emekçilerin sırtındır. Öyle ki asgari ücretliler işverenlerin büyük bölümünden daha fazla vergi ödemektedir. Bir asgari ücretli bir yıl içinde 2.916 TL vergi öderken Maliye Bakanlığının rakamlarına göre zarar beyan ederek hiç vergi ödemeyen işverenlerin toplam işverenlere oranı %40 civarındadır. Yani işverenlerin %40 hiç vergi ödememektedir.
2015 Bütçesi Rant Ve Savaş Bütçesidir
Değerli dostlar,
2015 bütçesinde de yük yine emekçilerin sırtında olmuştur. 2015 Bütçe Kanuna göre merkezi yönetim bütçesi 473 milyar TL olarak belirlenmiştir. 2015 bütçesi, tıpkı önceki bütçelerde olduğu gibi, açık ve gizli zamların, dolaylı vergi (KDV ve ÖTV) artışlarının, harç ve cezaların otomatiğe bağlandığı, askeri ve güvenlik harcamalarının belirgin bir şekilde arttığı, asgari ücretlilerin, işçilerin ve kamu emekçilerinin en temel ekonomik, sosyal haklarının ve insanca yaşam taleplerinin göz ardı edildiği bir bütçe olmuştur.
Kısacası 2015 bütçesi iç ve dış borçlarda tehlike çanlarının çalmaya başladığı, borç faizi ödemelerinin arttığı, kamu istihdamında daralma, kamu yatırımlarında azalma; eğitim ve sağlık gibi temel sosyal alanlarda yaşanan ticarileştirme ve piyasalaştırma uygulamaları, vergi adaletsizliği, gelir dağılımının daha da bozulması ve bölüşüm politikalarının işçi ve emekçiler aleyhinde, yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin çıkarına uygun bir şekilde oluşturulduğunun resmi belgesidir.
Yeni Bir Satış Sözleşmesine Karşı
Bu bütçe gelirlerinin yüzde 12 artacağı açıklanırken, kamu emekçilerine 2015’te yüzde 3+3 zam oranı üzerinden bir kez daha “sefalet ücreti” dayatılmıştır. Her yıl enflasyon farkı alan kamu emekçileri, Memur Sen’in 2014 yılı için enflasyon farkı talep etmemesi nedeniyle mağdur olmuştur.
2014 yılı için enflasyon farkı ödenmemiş, ek ders ücretleri, aile ve çocuk yardımı, doğum ve ölüm yardımı gibi sosyal ödemelerde 2013 yılı rakamları esas alınmıştır. Sürekli artan enflasyon rakamları nedeniyle 2014’ün ikinci yarısından itibaren kamu emekçilerinin satın alma gücü belirgin bir şekilde azalırken, artan oranlı vergi dilimi uygulaması kamu emekçilerinin 2014 yılı gelirlerinde ortalama yüzde 10 erime, Hükümet ve Memur Sen arasında imzalanan “ihanet sözleşmesiyle yaşanmıştır.
Bununla birlikte gerek ekonomide yaşanan olumsuz gelişmeler, gerekse kamu emekçilerinin satın alım gücünde yaşanan belirgin kötüleşme 2015 Toplusözleşme sürecinin önemini daha da arttırıyor. Bu yıl ki Toplusözleşme süreci, her ne kadar iktidar ve yandaş sendikalar arasında geçecekmiş gibi görünse de, bizlerin tek tek işyerlerinden başlayarak belirleyeceği talepler ve bu talepler üzerinden yürüteceği mücadele, ekonomik kayıplarımızın karşılanması açısından büyük önem taşıyor.
Emek ve Demokrasi Mücadelesini Büyütmek için,
Yukarıda da altını çizmeye çalıştığımız dünya ve Türkiye tablosu sendikal alanı etkiliyor. Buna ilaveten 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizinden sonra kapitalizmin kendini yeniden yapılandırması iş ve işçinin niteliğini değiştirmesi, emek alanına örgütsüzlük dayatmış, toplu sözleşmeler yerine bireysel sözleşmelerle sendikal örgütlülükleri çözmeye başlamış, bu günkü yaşadığımız sendikal krizin temelini atmıştır.
Bu noktada gerçekleştirdiğimiz 7. Olağan Genel Kurulumuzda alınacak kararlar ve tüzüğümüzde yapılacak değişiklikler, sendikal hareketin ihtiyaçlarına cevap verilmeye dönük ciddi adımlardır.
Sadece alınan kararlar ve tüzük değişiklikler yetmiyor. Aynı zaman örgütlüğümüzde bu anlamda zihinsel bir değişim ve kendini yeni mücadele dönemine hazırlaması bu değişimlerden daha önemlidir.
Temel ihtiyaçtan hareketle bugüne kadar olduğu gibi, önümüzdeki süreçte KESK bütünlüğünde BTS’nin örgütsel sorumluluk ve hukukunu koruyan ve geliştiren, kamu emekçilerinin örgütlenmesine ve mücadelesinin geleceğine yön veren bir mücadele hattı izlemek temel görevizdir. BTS kapiatlizmin kılcal damalarında yani ulaşım işkolunda örgütlüdür. Bu anlamda geçmişte olduğu gibi önümüzdeki süreçte de lokomotif görevini yerine getirmeye hazır olmalıdır.
Bu genel kurulumuz ardından, önümüzdeki dönem mücadele programının oluşturulması açısından karar organı haline gelecek olan genel meclisimize önemli görevler düşmektedir.
12 Eylül zihniyetini neo liberal politikalarla sentezleyen AKP 13 yıllık iktidarı süreci içinde milyonlarca insan geçimlik araçlarından koparılarak mülksüzleştirilmiş; işçileştirilmiş, işsizleştirilmiş, yoksullaştırılmıştır. Kamu mallarını satmış, binlerce kamu işçisini ya emekliliğe zorlamış ya da 4/C köleliğine mahkum etmiş, kamu hizmetleri piyasalaştırmış; emekçi halkın temel kamusal hizmetlerine ulaşımı zorlaştırmış, kamu hizmetleri yandaş taşeron şirketlere terk etmiş,; milyonlarca işçiyi açlık sınırının altında ücrete mahkum etmiştir.
Bu gün kamuda yaklaşık 1milyon işçi, güvencesiz, esnek ve kuralsız bir şekilde çalışıyor. İnsanca yaşayabileceği bir ücreti alamıyor. Bizim iş kolumuzda DHMİ ve TCDD’de on binlerce emekçi taşeron sistemiyle çalıştırılıyor.
Doğamız ve kentlerimiz yağma ve talana açılmış, suyumuz, tarım alanlarımız yandaşlara peşkeş çekilmiş, temel insan haklarımız, kimliklerimiz, özgürlüklerimiz baskıyla yok edilmeye çalışılıyor. Kısacası neo-liberal politikalar, yaratmış olduğu bu tabloyla tüm emekçi kesimleri insanca yaşam koşullarından uzaklaştırıyor.
Bu anlamda AKP’nin tüm bu faşizan uygulamalarına karşı sendikamıza; örgütlülüğümüze çok daha fazla ihtiyacımızın olduğu ortadadır. İçinde bulunduğumuz dönem, bütün olumsuzluklara karşın aynı zamanda, işçi ve emekçilerin, yoksul halk kesimlerinin 13 yıllık AKP İktidarının sonuçlarıyla yüzleşmeye başladığı, çalışma ve yaşam koşullarına itirazlarının yükseldiği bir dönemdir. Taşeron sağlık işçilerinin sesi, enerji işçilerinin sesi, suyuna, derelerine sahip çıkan köylülerin sesi, kentsel dönüşüm projelerine karşı barınma hakkı mücadelesi verenlerin sesi, otomtiv işçilerin sesi bu itirazların ilk yankısıdır.
özellikle Gebze ve Bursa’da başlayan ve tüm yurdu saran metal işçilerinin sendikaya ve işverene ve hükümete karşı başlattığı direniş ve iş bırakmalar sendikal mücadelede ve sınıf mücadelesinde yeni bir aşamaya işaret etmektedir.
Bu olumlu gelişmeler ışığında genel olarak emek hareketinin özelde ise sendikalarımızın yaşadığı durgunluk yeni yönelimlerle durdurulabilir, eski gücünü aşan bir düzleme taşınabilir. Bunun için öncelikle içinde bulunduğumuz tıkanmayı ve daralmayı aşma iradesini açığa çıkarmak gerekmektedir. Bu anlamda genel meclis yapısının kabul edilmesi ile birlikte, sendikamıza yeniden ivme kazandıracak, örgütsel ihtiyaçlarımıza cevap verecek tarzda ele almalı Genel Kurulumuzda da ortaya koyulan yenilenme beklentisine cevap verecek kolektif irademizin oluşumunun önemli bir zemini olarak değerlendirilmelidir.
Yaşanan tıkanma ve daralmanın aslında neye bağlı olarak yaşandığını tespit etmek ve buna karşı yeni bir strateji üretmek ikinci önemli noktayı oluşturmaktadır. Böyle bir stratejiyi oluşturmak açısından AKP’nin ustaca hayata geçirdiği neo-liberal politikaların yaratmış olduğu yeni çatışma biçimlerini kavramak; bu çatışmaların tarafı olan yoksullaştırılan, güvencesizleştirilen ve köleleştirilen işçi ve emekçilerle buluşmak, onları yeniden örgütlü bir güç haline getirmek önem arz etmektedir.
Bugün kamu çalışanları alanında ciddi alt üst oluşlar yaşanmakta, bu alt üst oluşlar nesnel olarak örgütlülüğümüzü güçlendirmemiz açısından önemli avantajlar sunmaktadır. Gerek gerici, piyasacı ve otoriter yönetim anlayışından gerekse çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasından kaynaklı olarak AKP’ye karşı kamu çalışanlarındaki öfke artmaktadır. Bu öfkeyi örgütlü mücadeleye seferber etmek KESK’i ve sendikalarımızı büyütecek ve güçlendirecek yeni kanallar açacaktır.
Kamu alanında meydana gelen değişikliklere bağlı olarak yeni bir mücadele sürecinin yaratılabilmesi açısından yeterince dinamizm bulunmaktadır. Son yıllarda gerek yaşam koşullarında gerekse çalışma koşullarında yapılan sistemli saldırılarla yaşanan hak kayıpları; neo-liberal politikaların yıkıcı sonuçları, kamu emekçilerini de mücadeleye yöneltmektedir.
Kamu emekçilerinin yeni istihdam politikalarıyla farklı statü ve ücret uygulamalarıyla parçalandığı, yalnızlaştırıldığı; kamu emekçileri sendikal mücadelesinin güdümlü konfederasyonlarla kuşatıldığı ve boğulmaya çalışıldığı bir durumda parçalanmayı ortadan kaldıracak birleşik bir mücadele zemini yaratmaktan, kendi gücümüze dayalı etkili bir hak mücadelesi yürütmekten başka yol görünmemektedir. Bunun için iş kollarımızdaki sendika genel merkezlerimizden başlayarak tüm üye, temsilci ve yöneticilerimizin çok daha fazla emek vermesine; sendikamızı eksiklerinden arındırarak daha güçlü bir yapıya kavuşturmaya ihtiyaç bulunmaktadır.
Kamu çalışanları alanında şimdiye kadar olmayan hareketli günler yaşamaktadır. Hemen her gün kamu alanında düzenleme yapılmakta, bu düzenlemelerin tamamı çeşitli hak kayıpları içerdiğinden çalışanların itirazlarıyla karşılanmaktadır. Yaşanan bu gerilimli durum aynı zamanda bir hareketliliği ifade etmektedir. Önümüzdeki dönem bu hareketliliğin örgütlü, hedefini bilen, sonuç alan eylemlere yöneltilmesi KESK’i kamu emekçilerinin biricik örgütü olarak emek demokrasi mücadelesinde toplumsal muhalefetin diğer bileşenleriyle birlikte önemli bir muhalefet dinamiği olarak yoluna devam etmesidir.
Önümüzdeki zorlu süreçte mücadeleyi büyütmek kuşkusuz öncelikle sendikamızın yönetim organlarında bulunan kadrolarımızın görevidir. Yetkili kurullarımızın düzenli ve tam katılımla toplanması, planlı ve programlı, disiplinli bir şekilde hareket etmesi, sendika izinlerinin doğru kullanılması önemlidir.
7.Olağan Genel Kurulumuzdaki tüzük değişikliklerine paralel olarak başta genel meclisimiz, şubelerinden işyerlerine varıncaya kadar tüm kademeleri karar süreçlerinin merkezine konulmaları, genç ve kadın üyelerimizin bu organlara katılımı teşvik edilmeli ve sürekli yenilenme hedeflenmelidir.
Genel Merkezlerimizden şubelerimize ve bunların örgütlendiği iş yerlerine kadar yeniden örgütlenme, yeni üyeleri sadece üyelik formuna kayıt etme değil, bunlarda nitelik dönüşümünü sağlayan örgütlenme ve eğitim süreçlerini iç içe yürütülmelidir.
Özelleştirmeler ve Çalışma Hayatı
Türkiyeözelleştirmekavramıyla 1984 yılındatanışmışolsa da, uygulamalar 2000’li yıllardaveözellikle AKP iktidarıyla 2005 yılısonrasındayoğunlaşmıştır.
Özelleştirme sonuçlarıyla çalışma hayatı en ağır darbeler almıştır. Sendikal hak ve özgürlükler engellenerek bunun zemini hazırlanmış, özelleştirmelerle işsizlik artmış, iş güvencesi zayıflamış, esnek çalışma, ve taşeron uygulaması yaygınlaşmıştır. Toplu sözleşme yerini bireysel sözleşmelere bırakmıştır. Sendikaların çalışma hayatı üzerindeki güç ve etkinliği azalmış, ücretler düşmüş ve çalışma saatleri artmıştır. Sendikasızlaştırma temel hedef olmuştur.
Sonuçolarakgelirdağılımı, istihdamvesendikalıolmakgibigöstergeleraçısındanelealındığızaman, çalışmahayatınınözelleştirmepolitikalarındanolumsuzetkilenmiştir.
Ülkemizde 1980’lı yıllardan başlayan ve hükümetler eliyle sürdürülen politikalar sonucunda bu ülkenin yurttaşlarının vergileriyle yaratılan değerler sermayeye bir bir peşkeş çekilmiştir. Diğer alanlarda olduğu gibi ulaştırma alanında da özelleştirme ve kamunun tasfiyesi yönünde adımlar atılmıştır. Hava meydanlarının limanların özeleştirilmesi ve demiryollarının yeniden yapılandırılması adı altında pek çok uygulama hayata geçirilmiştir.
Demiryollarının serbestleştirilmesi adı altındaki özelleştirme girişimleri 1 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’den geçen yasa ile demiryolu işletmeciliği kamusal hizmet olmaktan çıkarılmış lojistik şirketlerinin yolcu ve de yük taşımasının yasal zemini oluşturulmuştur.
Sendikamız tarafından demiryolculara yönelik bilgilendirme ve karşı çıkış örgütlenmiş, çeşitli eylem ve etkinliklerle yasaya karşı mücadele edilmiştir. Ancak TCDD’de örgütlü diğer sendika ve derneklerin bu mücadelede fazla yer almamıştır. Buna rağmen Sendikamızın gösterdiği kararlı tutum, yasanın uygulanmasını geciktirmiş, kurum yöneticileri Sendikamızın tavrını dikkate almak durumunda bırakmıştır. Özellikle 17-24 Kasım tarihlerinde yaptığımız “demiryollarının özelleştirme uygulamalarına karşı” yürüyüşü sonrası TCDD yönetimi ile KESK Genel Sekreterinin de katılımıyla, Sendikamız Genel Merkez yöneticileri ve şube başkanları ile bir toplu sözleşme niteliğinde görüşme yapılmıştır.
Bu yasa öz olarak; demiryolu sisteminin sermayenin kullanımına açılması, serbestleştirilmesi, demiryolu sisteminin kamusal denetimin dışına alınması, TCDD’nin parçalanması, altyapı dahil her türlü hizmet üretiminin piyasalaştırılması ve rekabete açılması, demiryolcu sayısının azaltılması, kamu hizmetinin tasfiyesi ile vatandaşlarımızın yararına sürdürülmesi gereken faaliyetlerin piyasanın kâr güdüsüne terk edilmesidir.
Zarar eden hatların kapatılması ve trenlerin seferden kaldırılması ve TCDD arazilerinin elden çıkarılmasıdır.
Çalışma Yaşamı ve Kadın Emekçiler
Uygulanan cinsiyetçi uygulamalarla kadın yaşamı tamamen erkeğin, devletin ve sermayenin denetimine bırakılmıştır.
2014-2023 Ulusal İstihdam Stratejisinde kadın istihdamını arttırma hedefi belirtilmiş, ancak gerçekte, esnek- kuralsız çalışma biçimleriyle, güvencesiz istihdam, temel politika haline getirilmiştir.
Çalışma yaşamında kadının ucuzlatılan ve değersizleştirilen emeği üzerinden, kar amacı güden küresel kapitalizm, erkek devlet aklıyla yürütülen cinsiyetçi politikalar yoluyla kadını toplumsal yaşamından koparıp muhafazakâr anlayış ile eve kapatmaya istihdamdan uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
Metalaştırılan eğitim ve sağlık başta olmak üzere piyasaya sunulan kamusal hizmetlerin getirdiği iş yükü, angarya çalışma, performansa dayalı ücretlendirme ve emekçileri hedef gösteren açıklamalar nedeniyle özellikle kadın emekçiler, işyerinde şiddetin tüm biçimlerinin öncelikli hedefi konumundadırlar.
Özellikle sendikalı kadına yönelik mobbing uygulaması, asıl olarak örgütlü kadının mücadelesine yönelik bir tutum olarak geliştirilmektedir.
Hükümet çalışma yaşamına dair imza koyduğu ILO, CEDAW, PEKİN VE PEKİN 5 gibi uluslararası sözleşmelerin gereğini yerine getirmediği gibi, başta 156 sayılı ”Aile Sorumlulukları Olan kadın ve Erkek İşçilere Fırsat ve Davranış eşitliği’ ‘sözleşmesi olmak üzere, kadınların çalışma yaşamını düzenleyen bazı ILO sözleşmelerine imza atmakta ise hala çekince koymaktadır.
Değerli Dostlar,
BTS kurulduğu günden bugüne ücret sendikacılığı anlayışını reddederek TİS ve benzeri süreçleri, emekçilerin ve ezilenlerin ekonomik-sosyal sorunları ile demokrasi sorunlarının birbirinden ayrılamayacağını ifade eden sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışıyla ele almıştır. TİS süreçleri, ücret sorununun yalnızca politik arka planı ile birlikte ele alındığında anlamlıdır.
Sendikal hak ve özgürlükler konusunda yaşanan kısıtlamaları gündeme getirmeyen, AKP’nin savaş politikalarının emekçilerin ücretleriyle ne kadar yakın ilişkili olduğuna işaret etmeyen, sosyal devlet fikrini tasfiye eden neo-liberal uygulamaların bütünselliğini teşhir etmeyen bir TİS çizgisinin emekçilerin ihtiyacı değildir. Bu göz boyamaktan ibarettir. Geçmiş dönmelerde hükümete bağlı sendikaların yaptıkları sözleşmelerle bunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Önümüzdeki dönem TİS çalışmaları da bu esasta ele alınmalıdır. Bir taraftan yetkili sendika olmanın önemli bir mücadele alanı olduğunu ve emekçilerin insanca yaşayacak ücret taleplerinin son derece haklı olduğunu dile getirirken, diğer taraftan da sendikal mücadelenin aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olduğunu ve hükümet yandaşı sendikaların ihanetlerini açığa çıkaran bir çizgi hattı sürdürmelidir.
TİS süreci, emekçileri masada kayba uğratan “sözde” toplu sözleşme dönemlerinden bağımsızlaştırılarak, yalnızca sözde toplu sözleşme süreçleriyle sınırlanmadan bütçe, asgari ücret görüşmeleri, dolaylı vergi artırımları ve temel tüketim harcamalarına yapılan zamlar karşısında da fiili ve meşru mücadele yükseltilmelidir.
İş kolumuz da durum
Sendikal hareketlerin en etkili olduğu alan ulaşım alanıdır. Sistem dünya ve ülkemizde bu noktayı dikkate alarak çalışanları örgütsüz hale getirmeyi sermayenin insafına terk etmeyi bir strateji dâhilin de uygulamaya koymuştur. Bu kapsam da çalışanları örgütsüz kılmak için hava meydanlarında, limanlarda ve demiryollarında özelleştirme çalışmaları neo-liberal politikaların ilk hedefi olmuştur. Özelleştirmeler ve yeniden yapılanma adı altındaki uygulamalar bu gün de artarak devam etmekte sendikalar ise buna karşı bütünlüklü bir duruşu ne yazık ki sergileyememektedirler. Sendikamız ise verdiği onurlu mücadele yalnız kalmaktadır. Bu nedenle sistem tereyağından kıl çeker gibi işyerlerimizi özelleştirmekte sermaye terk etmektedir. 1980 den beri uygulamaya konulan ve halen devam eden hava meydanlarının, limanların özelleştirilmesi ve demiryollarının yeniden yapılanması adıyla bu uygulamalar final aşamasına gelmiş durumdadır. Sadece demiryollarındaki personel niceliğindeki değişimler yaşanan gelişmeleri en iyi şekilde özetlemektedir. 1975 yılında 67.642 olan personel sayısı 24.000 düşmüştür. Bu personel sayısında % 65 oranında azalma, personelin iş yükünün ise 3 kat artırmıştır. Az adamla çok iş demiryollarında temel uygulama olmuştur. Bununla birlikte taşeron uygulaması bir bütün olarak hava meydanları demiryolları ve limanlarda istihdam biçimi olmuştur.
Konuşmama son verirken merkez yönetim kurulu adına tekrardan hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Yaşasın KESK Yaşasın BTS Yaşasın Halkların Kardeşliği