Konfederasyonumuz KESK’in aldığı karar gereği yöneticiler 2-7 ekim tarihi arasında Suruç’taydı. Bana 5-6-7 ekim düştü.
Mersin’den başlıyor yolculuğum. Boş olan yanıma bir süre sonra 10 yaşlarında bir kız çocuğu geliyor. Ailesi arkada. Suriye’den gelmişler. Çocuklar Türkçe bilmiyor. Çocuğun kucağında üç dört yaşlarında başka bir çocuk. Muhtemelen küçük kardeşi. Ama sanırsınki anne ile çocuğu. Öyle bakıyor küçük kardeşine. Sevgiyle şefkatle.
Kendi omuzlarına binen sığınmacılığı hissettirmemek istiyor gibi. Elinde bir torba cips, bana da ikram ediyor, hayır diyorum, birkaç defa tekrarlıyor ikramını, almıyorum. Bir kendisi yiyor, bir de kardeşine yediriyor. Aradan iki üç saat geçiyor. Bu sefer kaymaklı bisküvit ikram ediyor. Yine hayır diyorum. Yüzü gölgeleniyor gibi, “beni istemediği için almıyor” diye aklından geçirdiğini hissediyorum. Telaşla dönüp “ver” diyorum. Yüzü gülüyor.
Aligor’da iniyorum, Suruç için servis gelecek. Daha üç dört kilometrelik yolumuz var. Yazıhanenin önünde bir kürsüye çöküyorum. Birden patlama sesi, irkiliyorum. Ama sağımda solumda kimse irkilmiyor. Daha sonra da göreceğim bu ‘alışma’yı. 30 senelik savaşın bir eseri olsa gerek.
Ankara’dan otobüs tutarak gelen arkadaşlarla görüşüyorum, bin zorlukla girebilmişler Suruç’a. Aklıma benim nasıl gireceğim düşüyor. Neyse hiçbir sorun olmadan ve aranmadan, sorulmadan geçiyorum arama noktalarını.
Öğretmenevinde karşılıyor arkadaşlarımız beni. Gideceğimiz yer sınır köyü: Dewşen. 50-60 hanelik bir köy Dewşen. Köyün yaklaşık bir kilometre ilerisi bizim “nöbet” yerimiz. 200-300 metre ilerimiz ise dikenli tel, asker, demiryolu ve (IŞ)İD.
Bulunduğumuz yerde sadece iki katlı bir bina var bir de depo olarak kullanılan bir müştemilat. Yanında ise uzun bir kuyruk meğer tuvaletmiş. Tek tük ağaçlar. Onun dışında yeni biçilmiş tarlalar ve toz toz toz. Önümüz Kobane.
Büyük bir merakla dikenli tellere doğru yürüyoruz. Herkesin elinde bir dürbün. Nadir ağaç gölgesi bulan hemen geçiyor ağacın gölgesine. Dumanlardan, seslerden bir anlam çıkarıyor bekleşenler. Kırk yıllık askeri stratejist oluyoruz hepimiz kısa zamanda. Siyah renk duman tank atışlarından, beyaz renkli dumanlar ise havan atışlarından. Onların yanında pek cılız sesle kulağımıza gelen atışlar ise “keleş” ve “bizimkiler”.
Biraz önce dağıtılan kumanyanın ekmekleri Kobane’den gelmiş. Meğer Kobane’de sadece bir fırın varmış ve şehrin bütün ekmeği o fırında pişirilirmiş. Ha bir de ekmek parasızmış Kobane’de. “Kobane’de ne ola ki” diyenlere amiyane tabirle dakka 1 gol 1. Boşuna “Kobane geleceğimiz” demiyoruz yani.
Kobane’den gelen tatlı ekmeğin rehavetini, “geliyorlar” bağırışları bozuyor. Kim geliyor, nereye geliyor demeye kalmadan akrepler, tomalar gözüküyor sınır karakolu tarafından. Çantalarımızı sırtlayıp telaş içinde bakınıyoruz ne tarafa gidelim diye. Birden yanımızda bir araba duruyor. Kapıyı açıp “binin” diyor. “Emre” itaat ediyoruz. Şıkış tepiş beş kişi doluşuyoruz.
Tarlaların içinden süratle gidiyoruz. Biraz uzaklaşınca duruyoruz. Arkamız gaz bulutu. Tomalar köye doğru gidiyor. Şöförümüz geri bindiriyor bizi, aldığı yere geri götürecek.
Geri döndüğümüz yerde, köydeki çatışmaları takip ediyoruz. Tomalar köyün içinde dolanıyorlar. Birden 30-40 kişilik bir genç grubu çıkıyor karşılarına. Gençler kaçmıyor. Akreplerin gaz bombasına, tomanın suyuna ellerindeki taşlarla cevap veriyorlar.
“Kürdistan faşizme mezar olacak” sloganının bir anda her yeri sarmasına neden olan eylem o zaman gerçekleşiyor. Akrep ve toma kaçıyor, evet kaçıyor bütün güçleriyle, arkalarında da gençler.
Neyse bizi asıl kaygılandıran Kobane ve oradaki çatışmalar.
Kobanenin güney ve batısında tepeler var. Türkiye tarafında Mürşitpınar’ın karşısına düşen noktada ise küçük bir tepe. Diğer kuzey kısmı ve doğu kısmı düz arazi. Dolayısıyla tepelerin stratejik anlamı çok büyük. Miştenur tepesi ve diğer tepeler hala YPG elinde. Ancak IŞİD’in tankları ve havanları aralıksız dövüyor tepeleri.
Diren Kobane diren…
Hava yavaş yavaş kararıyor. Karanlığın sessizliğini, durgunluğunu mermi sesleri bozuyor. Sınır karakollarından iz mermileri atılıyor ardı ardına. “Aman ha yanlışlık yapmayın yeri karıştırmayın” diye atıldığını söylüyor, tecrübeliler. Uçakları bekliyoruz, gelmeyen uçakları. Gelseler de işe yaramayacaklarını bir sonraki gün öğreneceğiz.
İki üç kişilik kümeler sessizce duruyor, gözleri Kobane ufkunda. Yanımda tanımadığım bir genç. Sanki bütün dünyaya seslenir gibi ağzından bırakıyor kelimeleri “Kobane artık Stalingrad’tır”. Geceye mıhlanıyor kelimeler.
Kalacağımız yere doğru yollanıyoruz. Beş on dakikalık bir yürüyüşten sonra varıyoruz yoksulluğun karanlığa meydan okuduğu eve. 13 kişiyiz bu gecelik yoksulluğu paylaşacak olan. Sadece gülen yüzler karşılıyor bizi, gülen ve kendilerine destek olmamıza ve evlerine misafir olmamıza sevinen yüzler. Çay bütün yorgunluğumuzu alıyor. Bulunduğumuz oda bir anda “erkekler” yatakhanesine dönüşüyor, karşı oda da kadınlar yatakhanesine. Yorgunluğun ve top seslerinin elverdiği kadar uykuya dalıyoruz.
Sabaha karşı saat 3 gibi bir sarsıntıyla uyanıyorum. Sadece ben değil, odadaki herkes uyanmış. Meğer uçaklar IŞİD’i bombardımana başlamış. Bu sefer sevinçle uykuya dalıyoruz. (Ne yazık ki bu sevincimizin karşılığı yokmuş. Koalisyon güçleri IŞİD’in savaşçı güçlerini ve savaş teçhizatlarını değil, rafinerilerini bombalamışlar. Malum kapitalizmin kuralları geçerli: piyasaya başka “aktörler” girmesin).
Sabahın ayazı uyandırıyor herkesi. Uçak, bomba, top seslerinden arta kalan gecenin sonu. Ayazın üstünde bir ılıklık yayan güneşin altında Kobane’nin evleri sayılacak kadar yakın. Havan atışına başladı IŞİD. Üzülenler vardır elbette Kobane’nin düşmediğine, bizse ‘rojbaş’ diyerek döndük yüzümüzü Kobane’ye. Kobane hala direniyor. Rojbaş Kobane rojbaş…
Sabahtan başladı çatışmalar. Hem sesler çok, hem de seslerin şiddeti. Her yerden dumanlar yükseliyor. Artık beyaz- siyah dumanları seçemiyoruz. Miştenur tepesi düşmüş. Hepimiz de bir moral bozukluğu. Mürşitpınar’ın karşısındaki tepeyi dövüyor IŞİD.
Nadir gölgelik yerlerden birinin altındayız. Kulağımız bomba seslerinde olsa da, çayımız, sohbetimiz koyu. Birisi, PYD Eşbaşkanı Salih Müslüm’e “Kanton Yönetiminden vazgeçin size silah verelim, koridor açalım” teklifi yapıldığını söylüyor. Orta yaşlı, başörtülü bir Kürt kadını sinirli bir ifadeyle “Kantondan vazgeçeceksek bunca acıyı zulümü niye çektik” diye cevap veriyor. Birbirimizin yüzüne bakıyoruz, gözlerimiz gülüyor. Kimse konuşmasa da herkes biliyor ki Kobane başaracak, Kobane serkeftın…
Dünkü gibi bir müdahale olur mu diye bekliyoruz. Gelen giden yok. Ama Kobane’den gelen haberler iç açıcı değil. Kobane’nin kuzeyi yani Türkiye sınırına ip şeklinde yerleşmeye başlıyor IŞİD.
Kobane’nin dört tarafı sarılıyor böylece.
Türkiye bütün uluslar arası hukuku, savaş hukukunu hiçe sayıp, sessiz kalıyor. Bu IŞİD’e destek demek, bu IŞİD’e ‘istediğini yap, ben karışmayacağım’ demek.
Sonsuzluk hissi veren göğün altında Kobane direnişi 21. günde.
Çatışmalar şiddetli ve aralıksız devam ediyor. Havan ve tank mermileri ile asılan yüzlerimiz keleş sesleri ile bir nebze ışıldıyor.
Gün uzun sürecek bugün. Sürsün bakalım, Aytmatov’un dediği gibi belki de “gün uzar yüzyıl olur”.
Her bıji Kobane…
Hava kararıyor. Ama gözlerimizi Kobane’den alamıyoruz. Çatışma devam ediyor. Yüreğimizi ferahlatan bir haber bekliyoruz gelmeyeceğini bilerek.
Ankara grubunun dönüş saati geldi. Dostlarla vedalaşıyoruz. Otobüsümüz Aligor’da, içeri girmesine izin vermiyorlar. Köye kadar gidip oradan bir vasıta ayarlayalım diyerek köye varıyoruz. Köye varışımızla birlikte geldiğimiz sınır bölgesinden arabalar sökün ediyor. İlk önce müdahale olduğunu düşünüyoruz. Bir iki arabayı durdurup konuşunca PYD ve YPG’nin Kobane’yi tamamen sivillerden boşaltma kararı aldığını, şehirde sadece savaşçı güçlerin kalacağını, arabalarında sınır kapısına giderek Kobane’den gelenleri alacaklarını öğreniyoruz.
Ne yapacağımızı bilemez durumda, şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz. Sınır kapısına giden yol bir anda araçla doluyor ve trafik tıkanıyor. Ambulans sesleri yol açmaya çalışıyor. Sınıra gitmenin imkanı yok, gitsek de ne yapabiliriz, ne faydamız olur? Bilmiyoruz. En iyisi Suruç’a gitmek.
Köye yolcu getiren bir taksiye zor bela kendimizi atarak Suruç’a gidiyoruz.
Suruç ana baba günü. Belediyenin ve Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) önü mahşer kalabalık, herkes sınıra gitmek istiyor.
Ankara’ya dönecekler var, kalmak isteyenler de. Küçük bir tartışmadan sonra kalmak isteyenlerin dışındaki arkadaşların, otobüsle dönmesi karar altına alınıyor. Ama dönüş saati ileriye alınıyor.
Sınırdaki çatışma seslerinin yerini burada ambulans sirenleri almış durumda. Diyarbakır Belediyesinin, Mardin Belediyesinin, Suruç Devlet Hastanesinin ambulansları durmadan önümüzden gidip geliyor.
Korkarak sorduğumuz sorunun cevabı ambulans trafiğindeki yoğunluğu da açıklıyor: 9 cenaze, 40’dan fazla yaralı…
Sabahtan beri şahidi olduğumuz ağır saldırının lanet bilançosu…
Otobüse doğru yürümeye başlıyoruz. Yollar savaş alanını andırıyor. Tomalar, akrepler ve yüzlerce tam teçhizatlı polis. IŞİD’e gösterilen müsamaha ve desteğin yüzde birini Kürtlere gösterse bu devlet, IŞİD yok olup gidecek.
Ama devlet tercihini IŞİD’den yana yapıyor. Karanlığı tercih ediyor, katliamı ve terörü…
Sonuç: Kobaneye neden sahip çıkmalı?
Bu sonucun girişinde belirtmek gerekir ki, Kürt halkı belki bizim bile tahmin edemeyeceğimiz ölçüde politikleşmiş bir halk. Meselelere insani açıdan bakabildiği kadar, siyasi sonuçları açısından da bakıp değerlendirebilme melekesini kazanmışlar.
Savaşın, acının, inkarın büyüttüğü kuşaklar, tahsille orantı kurulamayacak şekilde ve ölçüde politikleşmişler. Ve bir gelecek tahayyülleri var. Siyasi metinlerde okuduğumuz gelecek tahayyüllerini halkın, sokaktaki insanın ağzından duymak şaşırtıcı olduğu kadar mutluluk verici de. Bu gelecek tahayyüllerini içselleştirmiş bir halk söz konusu yani.
Çocukluğumda sabah 7 haberlerinden sonra, sınır köylerinden “pasavan geçiş” yapacakların listesi okunurdu. Çok sonraları öğrendim “pasavan geçiş”in Türkiye tarafındaki köylülerin Suriye’de kalan arazilerini işlemeleri için verilen günü birlik izin olduğunu.
Türkiye Suriye sınırlarının tarihi 100 sene bile değil. Kürtlerin yerleşim yerlerini, tarlalarını, eşini, dostunu, akrabasını, yaren yoldaşını bir tel örgü ikiye bölmüş. Kardeşin biri Türkiye’de biri Suriye’de kalmış. Birbirlerini bayramda seyranda pasaportla görebilmişler.
Birinci nokta burası bence: bu sınırların gerçekliği ve manası yok.
İkinci nokta ise: insani ve vicdani duruş. IŞİD’in katliamcı bir terör çetesi olduğunu dünya alem biliyor. Geçtiği yerlerde sağ insan bırakmamasıyla övünen bir çete. Kadınlara tecavüz edip köle pazarında satan bir çete.
Dolayısıyla IŞİD zulmüne ve terörüne karşı çıkmak, karşı durmak, mağdurlara her türlü yardımı sağlamak uluslararası hukukun olduğu kadar, insanlığın bu güne kadar biriktirdiği değerlerin de bir gereği ve zorunluluğu.
Bunu şu ya da bu sebepten siyasi iktidar/devlet yapmıyorsa elbette halk sizin sınırlarınızı kurallarınızı yasaklarınızı parçalar, kendi dermanını hayata geçirir.
Üstelik daha can alıcı bir nokta var ki o da sınır boyu yerleşimlerinin hepsi “karşı” ile akraba. Yani yardım ettiği kendi kardeşi, amcası, teyzesi, yeğeni vs. Bundan daha insani bir tutum olamaz.
Üçüncü nokta ise: Rojava devrimi ile gündeme gelen “kanton yönetim biçimi”.
Siyasi iktidarın kimi sözcülerinin ağzından kaçırdığı üzere, uluslararası koalisyon güçlerinin kimi zaman açıktan belirttiği gibi, bütün muhasaraya ve zorluklara rağmen uygulanmaya çalışılan yönetim biçiminin daha demokratik, daha cinsiyetsiz, daha ayrımcılığı reddeden, etnik ve dini ayrılıklara rağmen kardeşliği ve eşitliği esas alan bir model olduğu açıktır. Bu da başta Ortadoğu’nun statükosunu parçalayacak bir gelişmedir. Dolayısıyla egemenlerin duyarsızlıklarının ve kimilerinin el altından kimilerinin açıktan IŞİD destekçisi olmalarının en temel saiki budur.
Rojava’da, Kobane’de, Afran’da, Cizire’de olan bir devrimdir ve bu devrim bütün bir coğrafyaya yayılacaktır.
Bu sebepler bizim Kobane direnişini nasıl değerlendirmemiz, niye ve nasıl destek vermemizi açıklayan sebeplerdir.
Kobane’yi savunmak insanlığı ve insanlığın değerlerini savunmaktır.
Kobane’yi savunmak geleceğimizi savunmaktır. (İK/NV)
* İshak Kocabıyık – Genel Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri
** Fotoğraf: AA/Emin Mengüarslan